GüncelManşet

(İzlenim) Hırçın ve asi Karadeniz!

Karadeniz; hırçın dalgalarının sarp dağlarla, mavinin yeşille buluştuğu, koynunda yaşayanların ancak tarif edebileceği eşsiz ve büyüleyen bir güzelliği anlatıyor. Yüzyıllar boyunca üzerinde yaşayanlara ev sahipliği yapmış bu bereketli topraklar çekilen büyük acıların, süren çileli hayatların da tanığı olmuş. Yaşamın gerçek sahiplerinin emeğinin üzerine çullanan beylerin, ağaların, tefeci, tüccarların sömürüsü ve zulmü altından inleyen Karadeniz halkının çığlığı hırçın sularının sesiyle hep boğulmuş. Osmanlıdan yakın tarihe uzanan asimilasyon politikası, sürgün ve katliamlar yaşamın neredeyse olağan parçası haline getirilmiş Karadeniz’de. Ermeniler, Rumlar, Lazlar ve yüzyıllar boyunca üzerinde yaşayan halklar aynı ortak kaderi paylaşmış, paylarına hep büyük acılar ayrılmış, yaşamları yoksullukla kavrulmuştur. Üzerinde egemenlik kurmuş tüm zorbalar neredeyse Karadeniz’i kızıla boyamıştır.

Mustafa Suphi ve yoldaşlarının Karadeniz’in hırçın sularında zorbalığın son temsilcisi Kemalistlerce boğularak katledilmesinin ardından elli yıllık suskunluk yeni isyanlarla, direniş ve çatışmalarla bozulmuş, sis çökmüş dağ zirvelerine uzanan ince patikalar yeni isyancıları yatağına ulaştırmıştır.

Fındık ve Çayda gemiler çoktan batmış!

Karabük Safranbolu’dan, Rize Fındıklıya ve Mahir Çayanların katledildiği Kızıldere’ye uzanan yolculuğumuz halktan insanlarla fazlaca temas kurma olanağımız olmasa da üretimden kopartılarak yoksulluk ve işsizlikle kuşatılmış yaşamlarına tanık olmamızı sağladı. Resmi ideolojinin ve şovenizmin etki alanına çekilerek büyük oranda gericileştirilmiş bölgenin ve insanının AKP’nin oy deposu haline getirilmesi neredeyse bu yoksulluğun üzerine inşa edilmiş kumdan kalelere benzetilebilir. AKP eliyle yoksulluğa ve işsizliğe mahkûm edilenler denize düşen yılana sarılır misali yarının bugünden farklı olmayacağı bir geleceğe tutunmaya çalışmaktadır. Gelecek, ekonomik temelli yaşamsal kaygılarla alternatifsizliğe ve AKP’ye mahkûm olmayı beraberinde getirmektedir.

Tarımın tasfiyesinin, alternatif ürün projelerinin bölge insanının yaşamına doğrudan etkilerini yoksullaşmanın ve işsizliğin aldığı boyuttan anlamak mümkün. Çayda ve fındıkta yaşam törpüleyen insanlar borç batağında, tefeci tüccar tuzağında inlemekte, yazı nasıl getireceklerinin bin bir türlü hesabını yapmaktadır. Fındık’ta bu hasat dönemi bölgede yaşanan don sebebiyle üretimin neredeyse onda bire düştüğü Karadeniz’de umutlar gelecek yıla bağlanırken biriken borçlar ise gemileri batırmaktadır. Seçim dönemlerinde halkın kapısını aşındıran siyasi partilerin seçimlerin ardından halkı ve üreticiyi unuttukları yaygın bir kanı durumundadır. Seçim dönemlerinde üreticiye sunulan vaatler yerine getirilmemekte, dünya fındık üretiminin %75’nin gerçekleştiği ülkemiz ve Karadeniz’de üreticiye hiçbir güvence ve devlet desteği sağlanmamaktadır. Yıllık fındık rekoltesinin 570 bin olduğu ülkemizde yıl içerisindeki rekoltenin yaşanan don nedeniyle 370 bin olarak beklenmesi üreticinin durumunu tüm çıplaklığıyla ortaya sermektedir.

Çayda da durum pek farklı yaşanmamaktadır. Yaşamımızda önemli bir yer kaplayan çay; üreticinin damağında acı bir tat bırakmamaktadır. Devlet bölgedeki diğer tüm geçim kaynaklarını, tarımı ve hayvancılığı tasfiye ederek halkı mahkûm ettiği çay üreticiliğine özelleştirme politikası nedeniyle hiçbir destek ve güvence sağlamıyor. Çay üreticilerinin boyutlanan sorunları, çay sektörünün özelleştirmelerle her geçen gün daha fazla yerli ve yabancı sermaye guruplarının talanına açılması ÇAYKUR’unda özelleştirilmesinin kapılarını aralamış, çay üreticileri özel sektörün insafına, borç batağına terk edilmiştir.

Üretici köylülüğün Karadeniz’de tarımın tasfiyesiyle birlikte günden güne bitirildiği, emeğin ucuz işgücü haline getirildiği, işsizliğin ve yoksulluğun boyutlandığı tablo çelişkilerin de aynı oranda artmasını, keskinleşmesini geliştirmektedir.

Zirvelerine sis çökmüş dağlarını kaplayan sık ormanların asiliğine benzeyen Karadeniz halkı sıkıştırıldığı sömürü cenderesinden, zehredilen şovenizm illetinden sıyrılarak kendi geleceğine sarılmasını bilecektir.

Doğası ve tarihi yok edilen Karadeniz!

Karadeniz halkının yaşamı kadar ondan kopartılamayacak doğası ve tarihi de aynı pervasızlıkla talana, sömürüye ve saldırıya uğramaktadır. HES Projeleri Karadeniz’in doğasına saplanan bıçak gibi ölümcül yaralar açmakta, yatağından ve derelerinden kopartılarak borulara alınan sularla can damarları kesilmekte, kurutulmaktadır. HES’ler, taş ocakları, nükleer santraller Karadeniz halkının başına bir devlet politikası olarak bela edilmektedir. Tıpkı dönemin bakanlarından Cahit Aral’ın radyasyonlu çayı Karadeniz halkının başına bela etmesi gibi mevcut hükümette bin bir türlü yalan ve aldatmayla HES projelerini halkın başına sarmaktadır. Tüm bu saldırılarıyla devlet belli bir başarı sağlasa da halkın direnişi, nöbeti ve mücadelesi kadınlar başta olmak üzere bu devlet politikasını gerileten kazanımlara yol açmaktadır.

AKP hükümetinin öve öve bitiremediği, üzerine kurulan neredeyse tüm üst geçitlere şehitlerinin adını verdiği sahil yolu denizi şehirlerle ve doğayla kopartan statik bir şeride dönüştürmüş, deniz doldurulmuş, sahil yok edilmiştir.

Mağaralarının, kutsal mekânlarının zulümden kaçanlara sığınak olduğu Karadeniz’de neredeyse tüm tarihi doku ırkçı bir öykünmeyle tahrip edilmiş, korumasız ve kendi başına bırakılmıştır. Tarihi mekânlar neredeyse Türk devletinin, Karadeniz coğrafyası üzerinde yaşayan halkların izleri tahrip edilerek nasıl ortadan kaldırıldığının nişanı, sicili gibidir.

Sümela Manastırı belki de bu sicil bozma eylemlerinin en güzide örneklerini oluşturmaktadır! 1920’li yıllardan yakın tarihe kadar korumasız olarak geri döndürülemeyecek şekilde tahrip edilen manastır “ziyaretçilerinin” yaptığı yazılamalarla kirletilmiş, tarihe saygısızlık abidesi haline getirilmiştir.

Sinop eza evi!

Evliya Çelebi Sinop Cezaevi’ni seyahatnamesinde “Büyük ve korkunç bir kaledir. 300 demir kapısı, dev gibi gardiyanları, kolları demir parmaklıklara bağlı ve her birinin bıyığından 10 adam asılır nice azılı mahkûmları vardır. Burçlarında gardiyanlar ejderha gibi dolaşır. Tanrı korusun, oradan mahkûm müze” kaçırtmak değil, kuş bile uçurtmazlar.”böyle anlatmaktadır. 1999 yılında kapatılarak “müze” olarak kullanılmaya başlayan Sinop Cezaevi taş binası, demir parmaklıkları ve yüksek burçları dışında müze olma özelliği kazandırılacak hiçbir çalışma yapılmaksızın ziyaretçilere hapishanede yatmış havası katan, ama aynı zamanda bir zülüm makinesi ve gözdağı aracı olarak göze sokulan bir korku abidesidir.

Mustafa Suphi’nin, Sabahattin Ali’nin ve Kemalistlerin önünü temizlemek için tutukladığı aydınların kaldığı bir cezaevi olarak yüzyıllar boyunca egemenlerin baskı ve iktidar aygıtı olarak işlev görmüş, tutsakların ömür tüketerek, ölerek eskitemediği bu güvenlikli cezaevinden Türk devleti de daha “modernlerini” yapana kadar faydalanmıştır.

Hapishanenin ve demir parmaklıkların yüzünün soğukluğu egemenlerin ona ne kadar ihtiyaç duyduklarını anlatıyordu.

Yolumuz Fındıklı’ya düştü!

Karadeniz bölgesinde işletilen 95, inşaatı süren 58 HES bulunmasına, neredeyse akan her bir derenin üzerine HES projelendirilmesine karşın yapılamayan tek yer Rize Fındıklı. İlçe halkı ve toplumsal muhalefetin dinamik unsurları devleti ve halka düşmanlığını iyi tanıyor olacak ki doğasını ve suyunu gözü gibi koruyor, nöbet tutuyor dahası süren mücadelelere destek vererek dayanışmayı büyütüyor.

Kaypakkaya’dan feyz alarak siyasi görüşleri etrafında birleşenlerde onun güncel politik hattını uygulamada epey mütevazi, bir o kadar yaratıcı bir faaliyet çabasına içerisinde. Gözümüze ilk elden elle yapılmış Cumhurbaşkanlığı seçimlerindeki boykot tavrımızı anlatan pullamalar çarpıyor. Olanaklı alanlarda yürüttüğümüz çalışmaların “hoyratlığına” sitem edemeden geçemiyoruz bu yaratıcı çalışma karşısında. Kadınların, gençlerin, yaşamın politikliğine duyduğumuz ilgi bizleri daha da fazla yoğunlaştırıyor anlatılan, aktarılan şeylere. Coşkumuz artarak, başarılarını daim dileyerek ayrılıyoruz Fındıklıdaki dostlarımızın yanından…

Yağmurlu, Almus, Kızıldere direniş!

Karadeniz’den Tokat’a uzanan yolculuğumuz silahlı devrimci çalışmaların ilk filizlerinin atıldığı Mahirlerden günümüze uzanan tarihi film şeridi gibi gözlerimizin önüne seriyor. Gerillaya mesken olmuş dağlarını, ormanlarını, vadilerini geçtikçe ölümsüzlüğe uğurladığımız yoldaşlarımızın izlerine, yaşananlara tanık oluyoruz. Bir ihbarcı olduğu için Partizanlar tarafından ölümle cezalandırılan Yağmurlu Kasabası Belediye Başkanı Hasan Utku’nun halk arasında hala konuşulduğuna rastlıyoruz. Almus baskını öncesi vurulacak hedeflere tepelerden dürbün atan gerillaların eylem öncesi heyecanını, karşımızda duran Tufantepe’nin içine düştüğü aczi anımsıyoruz. Gerillayla özdeşleşmiş bu bölgenin yokluğunda devlet tarafından nasıl doldurulmaya çalışıldığını, ajan işbirlikçi ağını nasıl örmeye çalıştığını gözlemliyoruz. Bölgenin kuraklığını, yol boyunca gördüğümüz neredeyse akmayan tüm çeşmelerin susuzluğunu gerillaya duydukları özleme yorumluyoruz. Şah damarı kesilmiş, kanı boşalmış bir ölüye, buluştukça canlanacak bir diriye benzetiyoruz doğayı ve yaşamı…

Son uğrak yerimiz Mahirlerin çatışmasının yaşandığı Kızıldere Beldesindeki ev oluyor. Canlı tanıklarının ölümsüzleşenlere hayat verircesine yaşamlarını sürdürdükleri ev kurşun deliklerinin, şarapnel parçalarının izlerini, yakılan barutun kokusunu burnumuza taşıyor. Canlı tanıkların aktarımları düşmanın sürdüğü izleri, sıkışarak çatışmaya girilen evi ve çatışma anını bir film sahnesi gibi yaşamamıza yol açıyor. “Dönmeye değil ölmeye geldik” diyenlerin üzerine doğrultulmuş silahların çalışmasına haykırdıkları sloganlarla karşılık verenlerin seslerini duyuyoruz.

Direnişlerin silinemeyen izleri halkımızın yüreğine su serecek büyük ve cüretli kavgalarında işareti olmuştur her daim… Bu nedenledir Karadeniz’i kızıllaştıran Özgür Kemallerin, Ayfer Celeplerin, Mehmet Demirdağların, adları ölümsüzleşmeleriyle tarihin altın burçlarına yazılmış Partizanların geriye dönüşleri. Ölenlerin ayak izlerine basarak zirvelere yürüyenlerin vazgeçilmez sebebi…

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu