Makaleler

“Bu ülkeye muhalefet lazımsa, onu da biz getiririz!”

“Bir yemek esnasında ‘Yarın Cumhuriyet’i ilan edeceğiz’ dedim. Orada bulunan arkadaşlar, derhal fikrime katıldılar. Yemeği bıraktık. O dakikadan itibaren nasıl hareket edileceği hakkında kısa bir program yaptım ve arkadaşları vazifelendirdim.” (M. K. Atatürk, Nutuk)

Bu 4 cümleyle özetlenen süreç, Türkiye Cumhuriyeti’nin “kuruluşu” olarak ilan edilen 29 Ekim 1923’ten bir önceki gecede, yani 28 Ekim’de yaşandı. Aralarında dönemin Rize Milletvekili Fuat Bey, Afyon Milletvekili Ruşen Eşref, İsmet İnönü, Kazım Özalp, Halit Paşa, Kemalettin Sami ve Fethi Okyar’ın bulunduğu ekip; o akşam, Mustafa Kemal’in dönemin “siyasetin nabzının attığı” o meşhur içki sofralarından birinde buluşmuşlardı.

Aradan geçen 89 yıl boyunca her 29 Ekim’de saatlerce ayakta dikilerek izlenmek zorunda kalınan törenler, askeri geçitler, her 29 Ekim’de “Cumhuriyet yeniden kuruluyormuşçasına yaşanan heyecan” çocukları, gençleri yorgun düşürmeye yetiyordu.

Gerçi 29 Ekim’deki 3-4 saatlik işkencenin ardından günün geri kalan kısmının tatil olması çocuklar ve gençler açısından bu eziyeti yaşanılır kılıyordu bir derece…

Faşizmin tüm renklerini içerisinde barındıran 29 Ekim törenleri, devletin bekası açısından tarih boyunca önemli bir işlev gördü. Yalnızca 29 Ekim değil; 23 Nisan’ından 30 Ağustos’una, “işgalden kurtuluş günü” kutlamalarına kadar tüm resmi törenler “devletin milletiyle buluşması” olarak lanse edildi. Oysa bu törenlerde halka yönelik hep aynı mesaj vardı: “Devletin temsiliyeti hangi hükümette olursa olsun, her daim başınızdayız!”, “Son derecede teknolojik donanımlı ordumuzla, her daim içeride ve dışarıdaki tüm düşmanlarımıza karşı savaşmaya hazırız!”, “Her Türk asker doğar!”, “Bir Türk (ve aynı zamanda erkek) dünyaya bedeldir!”

Cumhuriyet’in ilan edilişinin 89. yılında gerçekleşen olaylar bu resmi törenlerin devletin bekasında oynadığı işlevin önemini yitirdiğini mi gösteriyor? Ya da “Cumhuriyet’in elden kayıp gittiğini” mi? Belki de “yeni bir Cumhuriyet”e doğru yol alıyoruzdur?

“Atatürk polisinden, Mustafa Kemal’in askerine gaz”

29 Ekim Ankara’da yine resmi bir törenle “kutlanacaktı”. Bu sırada başını “ana muhalefet partisi” CHP’nin çektiği ve aralarında çok sayıda Kemalist grubun olduğu bir bileşen; 29 Ekim’i resmi törenle değil, Ulus’taki 1. Meclis önünden Anıtkabir’e yapılacak “alternatif” bir törenle kutlayacağını açıkladı. Ankara Valisi ilk açıklamayı yaptı. “Kesinlikle izin vermeyeceğiz!” Bir şaşkınlık, bir şaşkınlık! “Cumhuriyetin gerçek evlatlarına, Mustafa Kemal’in askerlerine hangi çılgın zincir vuracakmış!” nidaları… Bu kez devreye başbakan Erdoğan girdi ve “istihbarat alındığı için bu ‘alternatif’ törene izin verilmeyeceğini” söyledi. Bir anda ülke gündemi değişiverdi.

“Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner aşarım/Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım” diyen on binler Ulus’a gittiğinde burada polis barikatıyla karşılaştılar. Ve burada “Atatürk’ün polisleri, Mustafa Kemal’in askerlerine göz yaşartıcı gaz sıktı.” İşte sonunda bu da olmuştu! “Mustafa Kemal’in askerlerine” bir “terörist” gibi davranılmış ve gaz sıkılmıştı!

Oysa bu ülkede gaz sadece haklarını isteme, Toplu İş Kanunu’nda yapılan kanunsuz değişikliklere karşı çıkma “cüretinde bulunan” işçi ve emekçilere sıkılan bir şey değil miydi?

Ya da her sokağı “terörist” yuvasına dönüşmüş Kürt bölgelerinde “haddini bilmeden” anadil başta olmak üzere ulusal haklarını isteyen, binlerce kayıp-şehit-tutsak vermesine rağmen hala “akıllanmayan”, çocukları durmadan “taş atan” Kürt halkının hak ettiği kimyasal bir bileşen değil miydi?

Oysa şimdi “o mavi gözlü, sarı saçlı Cumhuriyet’in beyaz evlatlarına” sıkılmıştı. Üstelik elinde Türk bayrağı olanlar bile coplanmış ve tekmelenmişti! Bir anda tüm bu olanlar ülkedeki tek gelişme halinde önümüze sunuldu.

Size de kokuşmuş bir politikanın bilindik bir adımı gibi gelmedi mi bu olaylar zinciri?

28 Aralık 2011… Şirnex-Roboski’de 34 Kürt genci savaş uçakları tarafından vurularak katledildi. Devlet ve sözcüsü AKP, bu katliamda devletin rolünün üstünü örtmek ve Roboski ile ilgili aylardır yapılan tartışmalara bir son vermek istiyordu.

Çünkü eli kanlı TC, bu katliamla kendini çok açık etmişti ve karşısında susup-sinecek bir halk yoktu artık. Kısa bir süre sonra TC tarihinde bir ilk yaşandı ve bir Genelkurmay Başkanı, İlker Başbuğ, tutuklandı. Bünyesinden kıl aldırmayan ordu, bu gelişme karşısında sesini çıkarmadı, çünkü o da bu üstü kapatılmak istenen suçun sahiplerinden biriydi ve bu yüzden bazı kıllarından feragat etmek zorundaydı.

Şimdi her ne kadar Erdoğan 1 kişi olduğunu iddia etse de 700’ün üzerinde tutsak ülke hapishanelerinde 50’yi aşkın gündür süresiz-dönüşümsüz açlık grevinde. Dışarıda ise yer yerinden oynuyor, hemen her gün binler sokağa çıkıyor. Devrimci, demokrat, yurtsever kesimler açlık grevlerine desteği artırmak için elinden geleni yapıyor. Devlet çıkmazda aslında. Ve bu çıkmazını 29 Ekim’de ortaya çıkan tabloyla örtmek istiyor.

“Bu ülkeye muhalefet  lazımsa onu da biz getiririz!”

Tabii olayın tek yönü gündem değiştirme çabası değil. Bakın Radikal’in burjuva-feodal kalemşörlerinden Murat Yetkin ve Eyüp Can olayı nasıl yorumluyor:

Ankara valisi Alaaddin Yüksel, Cumhuriyet’in 89. yılını resmi törende değil, 1. Meclis önünden Anıtkabir’e yürümek isteyenlere yasak getirmeseydi, muhtemelen o yürüyüş birkaç bin kişinin katıldığı bir ana akım-dışı bir yürüyüş olarak kalacaktı. Muhtemelen Kemal Kılıçdaroğlu, Gül’ün davetini boykot edip, protesto hakkı ve yürüyüş özgürlüğünün ihlali olarak gördüğü bu gösteriye katılmayacak, yürüyüş polisin Ankara’ya gelişi engellemesine karşın on binlerce kişinin katıldığı bir şekle bürünmeyecekti.” (Murat Yetkin, 30 Ekim, Radikal)

“Anlaşılan ana muhalefet partisi CHP’nin marjinalleşme tasası da hükümete düştü! CHP içinde ulusalcılarla yenilikçilerin arasının açık olduğu biliniyor. (…) Birbirinden selamı sabahı kesen CHP’lileri bile kenetledi.” (Eyüp Can, 31 Ekim, Radikal)

AKP, “ana-muhalefet partisi” olan CHP’nin işine bu kadar yarayabilecek, Kılıçdaroğlu’nu kahraman ilan ettirebilecek, CHP içerisindeki çeşitli çatlakları kaynaştıracak bir adımı neden atsın ki? Sonucun böyle olacağını öngöremediği için mi?

Bizce değil! AKP, CHP’nin temsil ettiği kliğin “en hassas” noktalarından birine bu denli “gazlı-coplu müdahaleyle” dokunmasının ardından böyle sonuçların doğacağını tahmin ediyordu. Aslında devletin AKP eliyle geliştirdiği bu hamle, CHP’nin kendi içerisinde bir türlü beceremediği toparlanmayı da sağlama hedefini taşıyordu.

Bu ülkede faşizmin demokrasi oyununda mutlak olması gereken “ana-muhalefet” rolünün zayıflaması; halkın devrim ve demokrasi mücadelesine kanalize olma korkularının giderek artmasına neden olur. Gerek Kürt ulusal mücadelesinin bugün yarattığı kurumsallaşma gerek sömürücü sistemin politikalarının halkı daha da dar boğaza itmesi gerekse de gençliğin ve kadınların hak arayışları vs. ülkede halkın muhalefetinin yükselmesine yol açarken; gerçek bir muhalefet korkusunun egemenleri sarması anlaşılırdır.

Çünkü son dönemlerde özellikle Emek ve Demokrasi Bloğu, Halkların Demokratik Kongresi gibi birliklerle devrimci, demokrat ve yurtsever güçlerin biraraya gelerek, bir enerji oluşturduğu bilinen ve görülen bir durumdur.

İşte bu yüzden faşizmin, Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana benimsediği ve 1944 yılında dönemin Ankara Valisi Nevzat Tandoğan’ın “Bu ülkeye komünizm lazımsa, onu da biz getiririz” söylemiyle somutlanan devlet anlayışı; bugün de kendini bu olayla yenilemektedir. “Bu ülkeye muhalefet lazımsa, onu da biz getiririz” diyen faşizm, halkın muhalefetinin gelişmesi karşısında yeniden CHP’nin “muhalefetini” yapılandırma çabasındadır. Faşizmin bu çabasını iyi okuyabilmeli ve bu çabaya neden olan “dipten gelen dalgayı” daha görünür kılabilmeliyiz.

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu