Kadın

Cinsiyet bilinci yaşamı zorlaştırır ama aynı zamanda özgürleştirir

Cinsiyet bilincini temel olarak tarif etmiştik. Bu bilinci kazanmak için çok yönlü çalışmak ve çaba sarf etmek gerekir. Yani eziliyor, sömürülüyor olmak kendiliğinden bir bilinç yaratmıyor. Ve malum klişelerle (kadınlar çifte sömürü altında, eziliyorlar vs.) bu bilince ulaşmak da mümkün değil.

Bu çabanın ilk adımı olarak öncelikle kendi dışımızda bir varlıktan bahsedermiş gibi düşünmekten, konuşmaktan, yorum yapmaktan vs. uzaklaşmalıyız. Yani yukarıdaki parantez içindeki kadınlar bizleriz. Yani biz sömürülüyoruz, biz eziliyoruz vs. Bizler kendimizi ne kadar “kurtulmuş”, ne kadar “özgür” zannedersek o kadar bu bilincin uzağındayız demektir. Kısacası öncelikle özne olmayı (ya da öznenin biz-ben olduğunu) bileceğiz.

Bu ilk adım özellikle önemlidir. Çünkü özellikle sınıf bilinci almış kadınlar açısından “kurtulmuş”, “özgür” yanılsaması oldukça hakim bir anlayıştır ve bu kadınlar emekçi kadınları örgütlemek için ya oldukça “duyarlı” olurlar ya da başka kadınların neden bir türlü “kurtulmadığına”, “özgürleşemediğine” hayret ederler ve onları küçümserler. Oysa kişisel hikayesinde bir kadın olarak hiç (ama hiç) baskı ve şiddet görmediğini iddia eden kadınlar da, kadına yönelik toplumsal şiddet tehdidi altında olduklarını, yok sayıldıklarını, görmezden gelindiklerini, sözünün değersizliğini ya da az değerini ya fark edemeyecek kadar bu hayale kapılmışlardır ya da bunların anlamını kavrayamamaktadırlar. Kavrayamamanın temel nedeninin meseleyi kişisel olarak değerlendirmeleri, toplumsal ve politik yönünü görememeleri olarak ifade edebiliriz.

Aynı meselenin bir diğer yönü de Freire’nin (geçen sayıda bolca alıntı yaptığımız) Ezilenlerin Pedagojisi isimli çalışmasında ifade ettiği ezilenlerin kendilerinin de ezenler veya “alt ezenler” haline gelme eğilimidir. Bu tam da “erkek gibi kadın”, “masaya yumruğunu vuran kadın” tariflerindeki vurguya işaret etmektedir. Çünkü “bu onların insanlık modelidir”, var olma biçimleridir. Yani “olmak”, ezen olmaktır, erkek olmaktır. Aksi takdirde sözün dinlenmez, küçümsenirsin vs. vs. Oysa “olmak” için öncelikle ezeni nesneleştirmek, kendimizin dışında tanımlamak gerekir; böylece kendimizi ezenin “dışında” keşfetmemiz de mümkün olur.

Yukarıya kadar olan bölümde “cinsiyet bilinci” tanımlamamızın ilk iki kısmını atlamış oluyoruz. (Bir bütün olarak ezilen kesim olarak yaşadıklarımızın farkına varmak, kendini bu ezen-ezilen ilişkisinde doğru noktalarda tanımlamak.)

“Ama yetmez” demiştik; çünkü meseleyi burada bırakmak, ezen-ezilen ilişkisinin sonuçlarını tespit etmek “mağduriyet edebiyatı” dışında bir şey kazandırmaz bize. Bir de bunun nedenlerine vakıf olmak zorundayız. Tabii bunu yaparken de öncelikle kendimizin dışında ezeni tarif etmek gerekir. Biz ezeni (bütün somut yansımalarıyla birlikte) ataerkil sömürü düzeni olarak tespit ediyoruz. Tüm yansımaları derken de açıkça ifade etmek gerekirse ataerkinin nüfuz ettiği tüm kesimlere işaret ediyoruz. Şimdi burada uzun uzadıya yaşadıklarımızın nedenlerine yönelik bir değerlendirmeye girmeyeceğiz. Ancak hedefi doğru tespit etmezsek mücadeleyi de doğru bir şekilde biçimlendiremeyiz.

Ve son olarak da bu kadar bilinç yükselmesinden sonra (tüm görüngüleriyle birlikte) ezenlere karşı mücadele etmeyi önümüze koymadan bu cinsiyet bilincini tamamlamış olamayız. Bu noktada en önemli sorun olarak “bağımsızlık korkusunu” ifade edebiliriz. Özgürlüğün olmadığı ama kendini güvende hisseden kadın, mücadeleye adım atmaktan da imtina eder. Çünkü kadınlar için “güven” meselesi en temel meselelerden biridir. Kadın, genetiğine kodlanmış bir şekilde temkinlidir, risk almaktan kaçınır vs. Ona hep dışarıdaki tehlikelerden kendisini koruması öğretilmiştir. Dolayısıyla korunaklı dört duvarının dışında ona güvenlik kaygısı yaratacak konumu daha zor kabul eder. Aynı şekilde tüm ezilen kesimler gibi duygusal olarak da “bağımlıdır”. İşte kadın özgürlük mücadelesinin, cinsiyet bilincine sahip kadınların örgütlenme çalışmasının zorunluluğu da burada bir kez daha teyit olunur.

Sonuç olarak; cinsiyet bilinci, yaşamımızı kolaylaştırmaz, aksine tüm ayrıntıları görüp daha fazla acı çekmemize neden olur. Bin yılların ataerkil düzenine karşı mücadele etmek zaten zorken, bir de günlük yaşamın en ince ayrıntısına kadar girmiş olan ataerki daha bir görünür olunca günlük yaşam dahi zorlaşır. Bu durumda ortaya çıkan öfkeyi doğru bir şekilde örgütlemediğimiz sürece; sömürüye karşı öfkelerini iş makinelerini kırarak ortaya koyan Ludistler gibi (ilk etapta ilerici-olumlu olsa da) sonuçta yanlış hedefe yöneliriz, enerjimizi heba ederiz. Bunlar elbette zor işler. Ama acı çekmeden, bedel ödemeden de özgürlük kapısının yanına bile yaklaşmak İMKANSIZ!

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu