GüncelManşet

“En sonuncu kavgamız”ın şehitlerine…

Sisler, birkaç gündür tünedikleri ağaç dallarından, kayabaşlarından, dere yataklarından gerilere; zirvelere sonra daha arkalarda bir yerlere, geldikleri yöne doğru çekiliyorlardı. Kalın, kabarık, yoğun, grili siyahlı bulutlar; sislerle birlikte gelen ve geldiğinden beri de döktüren bulutlar da sislerin çekilmeye başladığı şafakta incelmeye, aralanmaya ve aklaşmaya başladılar. Aydınlığın ilk saatlerinden beri de incelmeye, beyazdan maviye açılarak gökte asılı durmaya devam ediyorlardı. Parlak, soğuk bir güneşi karşıladılar. Güneşle birlikte kısık bir ıslık çalarak gelen rüzgârın ilk darbesiyle de dağıldılar. Göğün yüzü mavi; yerin yüzü beyazdı. Rüzgâr, temas ettiği her devinimi büyülü elleriyle donduruyor, içinden geçtiği her anı durduruyordu. Güneşin altında ilerleyen rüzgâr; taze, yumuşak, ıslak, yere daha yeni inmiş kar yığınını sertleştiriyor. Islak ağaç gövdelerine tırmanıyor, damlayan kayalara çarparak yüzlerinde sarkıtlar oluşturuyor.  Bulduğu hava boşluklarına gözünü kırpmadan dalıyor, vınlayarak ilerlemeye devam ediyor.

Ormanın içlerine yerleşmiş büyük kayaların dibinde bulduğu bir oyuktan içeri dalan rüzgâr, karanlık, uzun, dar bir tünelden zikzaklar çizerek kampa giriyor ve girdiği kampa da bayrağını dikiyor. Geceden kalmış, sabahla birlikte uykuya dalmış köz, rüzgârla uyanır gibi oluyor. Nafile; soğuğa o da dayanamıyor ve küllerinin içine gömülerek uykusuna devam ediyor. Kampı boydan boya dolanan rüzgâr bütün boşluklara dolduktan sonra kalan kuvvetiyle ikinci tünelden yoluna devam ediyor. Rüzgârın himayesine hiçbir direniş göstermeden kabul eden kamp sakinleri battaniyelerine daha sıkı sarılmaktan başka bir çare bulamıyorlar. Rüzgâr canlı olan her şeyi üşütüyor. Bir ara mangalardan (oda) birinde asılı duran karton bir çerçeveyi de sallıyor, rüzgâr. Fakat fotoğraftakiler üşümüyor.

Rüzgârın üşütemediği, duvarda öylece duran fotoğraf; siyah beyaz. Takvim yaprağından düzensiz bir biçimde kesilmiş ve duvara asılmış. Ön planda yan yana oturmuş üç işçi arkadaş var. Dokuz-on yaşlarında gösteren üç arkadaşın da başında kasketleri. Başlarının altında uzanan gövdeleri dik duruyor, kolları dizlerine uzanmış, elleri diz kapaklarına konmuş vaziyetteler. Gözleri dosdoğru objektife bakıyor. Bu üç işçi arkadaşın arkasında ayakta duran başka arkadaşları da görünüyor. Fakat fotoğraf o kısmından kesildiği için onların yüzleri görünmüyor. Fotoğraftan hangi işte çalıştıkları da belli olmuyor. Ama ağır iş gibi geliyor insana. İşçilerin bakışlarından, yüzlerindeki lekelerden dolayı böyle düşünüyor insan.

Rüzgâr sessiz ve soğuk esmeye devam ediyor. Düzensiz kesilmiş bu siyah beyaz fotoğrafın altına başka bir fotoğraf yapıştırılmış. Renkli ve düzenli kesilmiş. Bilgisayar ortamında birleştirilmiş üç ayrı sicil fotoğrafı. Kırmızı bir bezin, fotoğrafa bakana göre sol tarafında orak çekiç yıldız, sağ tarafta ise başakla çark arasına konmuş; yıldızın önünde, sırt sırta vermiş iki kleş… Parti ve ordu bayrağının arasına konmuş başlarıyla objektife bakıyorlar. Üç savaşçının fotoğrafı işçi çocukların ellerine denk gelecek biçimde yapıştırılmış. İşçi çocukların ellerinde doğmuş, öyle duruyorlar. Bazen kampı seyrediyorlar bazen de uzak bir yerlere bakıyor gibiler. Yüzlerini yalayıp geçen rüzgâra aldırış etmiyorlar.

Rüzgâr fotoğrafı hafif hafif sallamaya devam ediyor. Kampta yaşayanlar battaniyelerine daha sıkı sarınıyorlar. Her şey üşürken fotoğraftakiler üşümüyor. Öylece durmuş kampı seyrediyorlar… Kuşkusuz üç yaşında çocuklar çalışmasın diye… Çok yedikleri için değil, açlıktan mideleri şişen ve her gün binlercesi ölmesin diye… Daha tanımadan hayatı, anlayamadan karşısındakini, dillendirmeden duygu ve düşüncelerini, denizi bilmeden, ölümü denizden olmasın diye… Duvarda öylece duruyor üç savaşçının sicil fotoğrafı…

Saat yedi buçuğu gösteriyor. Rüzgâr dışarıdaki gürültüsünden yoksun, kampı üşütmeye devam ediyor. Battaniyesine sarınmış kitap okuyan bir gerilla elindeki kitabı rafa bırakıp fotoğrafın yanında asılı duran radyoya uzanıyor. Düğmesine basılan radyodan yükselen hışırtının ardından; pürüzsüz, su katılmamış yalan ve yanıltmalar yayılıyor kampın içine. Dışarda donduran soğuk… İçeride radyoda; onlara göre ülkemizin bitip tükenmeyen illeti, terör; bize göre bir halkın kendi kaderini eline alma çabası ve her sabah olduğu gibi bu sabah da bununla başlıyorlar. Terörün bitirilmesine az kaldığından, halkın artan rahatsızlığından ve kahraman askerlerinden. Bu sabah Sur’un altı mahallesinde daha sokağa çıkma yasağının başladığını söylüyorlar ve yorganını sırtına vuran halk arkasına bakmadan kaçıyor teröristlerden; çocuklarından. Sonra, terörün bitiminden sonraki hayallerinden bahsediyorlar. İlçelere yeni imarla gireceklerinden ve ilk iş olarak da yeni karakol yapımlarına hemen başlayacaklarından… Beş bin üniversite mezunu işsiz, paralı asker olarak; Afyon’un, Kürdistan’ın iklim şartlarına benzer bir iklime sahip olan ilçesinde şehir savaşlarına göre eğitilecekmiş… Devam ediyor haberler… Rüzgâr soğuk soğuk… Cizre diyorlar, radyoyu dinleyenlerin aklına yaz mevsimi geliyor, beraberinde buzdolabına sıkıştırılan cesetler… Onlar Hakkâri diyorlar biz ille de Colemerg; savaş uçaklarıyla vuruluyor. Keskin nişancıların atışları altında, uçaklara koordinat verebilmek için kafasını habire mevziden çıkaran “kahraman” subaylarından bahsediyorlar. Kampta irili kahkahalar ufaklı gülümsemeler…

Dışarıda “it bağlasan durmaz” cinsinden soğuk. Rüzgâr, bir ıslık tutturmuş sıcak olan her şeye meydan okuyor. Dışarıda soğuk, haberlerde Kürdistan alev alev… Dışarıda bir damla kan aksa hemen pıhtılaşacak, kuruyacak ve akması duracak, haberlerde Kürdistan oluk oluk akıyor, sıcak. Üç savaşçının sicil fotoğrafları duvarda öyle duruyor… Radyoda yalanlar…

Rojava’dan, sonrasında da İstanbul’da yaşanan bir tecavüz skandalından bahsediyorlar büyük harflerle. Başka bir yerde soba zehirlenmesinden, trafik kazalarından, talihsiz iş kazalarından… Sınır kapılarına dayanan mültecilerden ve uzattıkları büyücek yardım elinden. Her şeye rağmen Türkiye’nin bilmem hangi istatistikte yine ileri taşındığından… Son olarak da yurdu etkisi altına alan yoğun kar yağışından bahsederek yalan ve yanıltmaların üzerini karla örtüp yurdu beyaz bir uykuya davet eder gibi iyi günler diliyor. Boğuk ses kampa veda ediyor…

Rüzgâr devam ediyor soğuk soğuk. Radyoyu kapatan gerilla tütün sarıp yaktıktan sonra battaniyesine sarılarak kitabına kaldığı yerden devam ediyor. Turuncu renkli kitabın ön kapağında yan duran bir gladyatör var. Bir elinde kalkan bir elinde ise güneş var gladyatörün. Lewis Grassic Gibbon’un Spartaküs isimli kitabı. Gerilla kitabın sonuna yaklaşmış. Spartaküs, Roma üzerine başarısız olan ve daha başlamadan biten ilk iki seferin ardından üçüncüsünü düzenliyor. Arkasında sayıları on binleri aşan köle ordusu, özgür lejyonlar. Karşılarında yanlamasına uzanan Roma; efendilerin şehri… İlk seferde kendi güçlerinin kudretinden, karşılarında titreyen şehirden habersiz kararsız düşen köleler bu seferlerinde kesin kararlı. Ya Roma düşecek ya kendileri; ama bir daha köle olmayacaklar! Spartaküs arkasında bir nehir gibi uzanan kazandıkları savaştan ele geçen ganimetlerle donanmış özgür lejyonlarına son emrini vermek üzere bindiği attan atlıyor. Birlikte nice sefere katıldığı atının tam kalbine kılıcını saplıyor. Sonrasında arkasında dalgalanan şaşkın savaşçılara dönüp; galip gelirlerse daha güzel atlarının olacağını söylüyor. Yok, galip gelmezlerse bir daha ata zaten ihtiyaçları olmayacağını belirtiyor. Ve mızrak biçiminde dizilen özgür lejyonların başında, düşman ordusunun tam kalbine doğru hücum ediyorlar.

Spartaküs, düşene, parça parça olana kadar kılıcını sallamaya devam ediyor. Ve Roma önlerinde, ilk yenilgilerini alıyorlar. Uğruna savaştıkları köle devletinin hayali yaşamaya devam ediyor. Dışarıda rüzgâr soğuk soğuk… Duvarda fotoğraf… Spartaküs’ün atına kılıcını sapladığı günden bugüne köleler tekrar tekrar hücuma kalkmaya devam ediyorlar efendilerin şehirlerine. Köleler bazen kendi kuvvetlerinin farkına vararak, efendiler hep o kuvvetten korkarak… Bugünlere kadar sürüyor… Duvardaki fotoğraf asılı durmaya devam ediyor… Özgür lejyonlardan bu yana duvara asılan kaçıncı fotoğraftır… Dışarıda rüzgar gemi azıya almış iyice estiriyor, sessiz, soğuk, habersiz. Duvarda fotoğraf; geçmişten bugüne ve her gün yenileri asılarak… Rüzgâr esmeye…

Kitabı bitiren gerillanın gözü fotoğrafa takılıyor bir an. Bir fotoğraf bir kitap arasında gidip geliyor gözleri kısa bir süre. “Vay be o günden bugüne” diyor.

…Lyon, Komün, Bedreddin, Sovyet, Çin… İshak… Bugün… 68, 80, Gezi… Brezilya, % 99’lar, Mısır, Tunus… Bugün… Rojava… Spartaküs… Bugün… Duvardaki fotoğraf… Rüzgâr sessiz esmeye devam ediyor. Gerilla, bir ara gözü fotoğrafta rüzgârın kısık sesine dalıyor. Yurdal, Ünal, Sefkan; üçü de kendinden geçmiş. Akılları ermeye başladığından bu yana mücadelenin içinde. Kaygısız, sessiz, işlerini yapan, görev kelimesini duyunca kendiliğinden öne çıkan yoldaşlar. Sefkan’ın göreve gideceklerin belirlendiği; görev öncesi toplantılarda gönüllüler sorulunca “ben varım yoldaş, ben giderim yoldaş, ben yaparım yoldaş”  dediği anlar canlandı gözlerinin önünde. Soğuk ve sessiz esen rüzgârda, karanlık bir geceyi aydınlatan, düşmanı cüceleştiren, dağlara çarpan, ovaya yayılan, nehir yatağından uzayıp giden slogan sesleri, Sefkan’ın Karadeniz, Yurdal’ın Kürdistan, Ünal’ın Toroslar, üçünün de devrim hayalleri… Gerilla yüzünde her duygudan biraz taşıyan gülümsemeyle eğitim mangasına yollandı, eğitim saati gelmişti. Bugün önümüzdeki süreç ve görevler tartışılacaktı… (Bir yoldaşları)

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu