Makaleler

Erdoğan’ın FSEN teorisi ve TC’nin yapısal krizi

Kapitalizmin hakimiyeti altında bütün iktidarların yapısal sınırlarının olduğu ve bu sınırların da şu an var olan iktidarı ölüm krizine soktuğu söylenmelidir. Dolayısıyla Erdoğan’ı iktidara getiren çelişkiler nasıl kendisinden önceki iktidarları indirdiyse bugün aynı kriz AKP’nin başında dolanmaktadır. 24 Haziran seçimleri bu anlamıyla önemlidir. Yönetememe krizi halinde olanların çelişkilerini yönetmek ve krizlerini boyutlandırmak açısından seçimlerde bir dinamik olarak duran HDP’nin barajı geçmesi bir görevdir

24 Haziran erken seçimlerine rengini veren tartışma konularının başında gelen ekonomik kriz öyle görünüyor ki uzun süre daha gündemde kalacak. Bu durum aslında TC devletinin genetik sorunudur. Ortadoğu’da sonuçlanamayan savaş ve buna uygun olarak uygulanan politikalar ekseninde dünya ekonomisi yoğun bir dalgalanmanın içerisindedir. Bu dalgalanma emperyalistler arası yaşanan rekabetin bir sonucuyken bunun faturası da geri bıraktırılmış ülkelere kesilmekte, krizin etkileri bu bölgelere taşınmaktadır. Öyle ki bu noktada geniş bir değerlendirme yapmak gerekir.

Emperyalistler arası rekabetin krizi olarak ortaya çıkan ve geri bıraktırılmış ülkelerde faciaya dönüştürülen ekonomik ve politik sorunlar son yıllarda daha görünür olmaya başlamıştır. Emperyalistler ülkelere bu ekonomik sorunlar üzerinden müdahale etmekte ve sermaye merkezli operasyonlar neticesinde yarı sömürge ülkelere kendi imtiyazları ekseninde yön vermektedir. Dolayısıyla bugün Erdoğan’ın “yabancı güçler bize ekonomik operasyonlar yapıyor” demesinin esaslı bir gerçekliği bulunmaktadır. Ancak bu ülkemiz hakim sınıflarının ülkenin andaki sosyal, siyasal, ekonomik konular hakkında haklı olduğunu göstermemektedir. Yani TC gibi ülkeler tarihsel açıdan genetik olan bir krizi yaşamaktadır. AKP ise uzun süredir “batı karşıtlığı” üzerinden sürdürdüğü propagandalarına ağırlık verirken AKP karşıtlığı üzerine konumlanan diğer sistem partileri de ekonomik krizi kendine propaganda konusu yapmaktadır.

 

Döviz krizi değil yapısal kriz

İktidarda olduğu süre zarfında ülke ekonomisini düzelttiğini iddia eden AKP esas olarak yoğun bir yolsuzluk ve özelleştirme kapsamında bir büyüme yakalamıştır. Palazlandırdığı şirketler ve satışa çıkardığı kamusal alanlar eliyle büyüttüğünü iddia ettiği ülke ekonomisi yoğun bir şişme içinde patlayacağı günü beklemektedir. Öyle ki 24 Haziran seçimlerinin gelişine vesile olan ekonomik kriz, siyaset sahnesindeki çıkmazları da beraberinde getirmiştir. Seçimlere bir ay kala AKP ekonomik krizi aşabilmek için sarf ettiği her çaba dövizin yükselmesine neden olmuştur. 2007 yılında 1 Türk Lirası ile 0.77 Amerikan Doları (USD) ya da 77 cent almak mümkündü. 1 dolar, 1.30 TL idi. Bugün 1 Türk Lirası ile ancak 0.21 USD ya da 21 cent alınabiliyor. Doların fiyatı mayıs ortalarında 4.60 TL’yi aştı. Bu tablo karşısında devletin bütün kurumları AKP’nin ekonomik alandaki yönetememe krizini düzeltmenin ve RTE’nin arkasını toplamanın derdine düşmüştür.

Dolar fiyatının 5 TL’yi görmemesi, hatta ulaştığı düzeyden aşağılara çekilmesi için her gün Merkez Bankası’ndan bir müdahale beklenirken yapılan müdahalelerin emekçilere yoğun bir saldırı anlamı taşıdığı bilinmektedir. Hemen her faiz artışı ülke içinde zam ve yolsuzluk anlamına gelmenin yanı sıra ülkenin ihracatının azalması ve dışa daha fazla bağımlı hale gelmesi anlamını da taşımaktadır. Bu durum karşısında faiz artışından rahatsız olan Erdoğan daha fazla dışa bağımlılığının dış ve iç politikada kendi siyasal geleceğinin sonunu görmektedir. Dış politika ekseninde efendileri ile ters düşen Erdoğan kendi siyasi geleceği için merkez bankası üzerindeki baskıları artırmaktadır.

Tüm bu gelişmeler bizlere belli başlı ip uçları vermektedir. TC’nin sosyo ekonomik karakteri toplumların kaderi ile uyuşmamaktadır. Zira dünya genelindeki ekonomik krizler, toplumların değil aksine kapitalistlerin, bir avuç asalağın krizidir. Ve bu çark içerisinde dönen siyasal oluşumlar o krizin yapısal bunalımında kendini bulmakta ve tarih sahnesinde yok olmaya yüz tutmaktadır. İktidara geldiği günden bugüne kendisinden önce iktidarların ekonomi politikasını eleştiren, kendisini bunlardan farklı addeden AKP için bu anlamda tarihin tekerrürden ibarettir! Şişme ekonomi politikalarla yakalanan “refahın”, hangi şiddete bir patlamaya dönüşeceği henüz bilinmezken, AKP ölümcül kaderini gördüğünden önlemleri artırmakta ve telaşını gizleyememektedir. Ancak AKP’nin ardından gelecek olan her düzen partisi de kompradorların ve emperyalistlerin imtiyazlarının çıkarını korumak zorunda olduğundan bu talihi yaşayacaktır.

Özetleyecek olursak süreç her ne kadar AKP eksenli tartışılsa da bu ülkemizin sosyo-ekonomik krizinin farklı bir mecrada yansımasıdır. Bunları belirttikten sonra yaşanan ve adına döviz krizi denilen sürece bakabiliriz.

Şurası biliniyor ki AKP uzun bir süredir kendi varlığı ile bütünleşen bir dış politik kriz ile boğuşmaktadır. Ortadoğu eksenli başlayan kriz iç politikada 15 Temmuz gibi çapsız bir proje ile kendini göstermiş ve yılları deviren bir OHAL uygulaması ile bugünlere taşınmıştır. OHAL politikalarının ekonomi üzerindeki temel etkisi kuşkusuz Türkiye’nin yatırım alanı olma özelliğini tamamen yitirmesine sebep olmuş olmasıdır. Bu noktada başlatılan Varlık Fonu politikası ile süreç idare edilse de bu yolun ömrü de tamamlanmış ve Erdoğan kendi kaderini ülkenin kaderi ile eş tutarak “Milli Mücadele” süreci ilan etmiştir.

Bu noktada ülke borsasını düzenleyecek ve etki edecek olan Merkez Bankası da Erdoğan’ın tehditlerine maruz kalmış ve ülke ekonomisi giderek bataklığa sürüklenmiştir. Özellikle Erdoğan’ın Londra’ya yaptığı ziyaret sırasında verdiği demeçlerle ekonomi giderek çıkmaza girmeye başlamıştır. Bloomberg, Erdoğan’ın demeçlerini şu yorumla paylaştı: “Faizin sebep, enflasyonun sonuç olduğunu belirterek geleneksel ekonomi teorisinden ayrışan Erdoğan, rutin bir şekilde Merkez Bankası’nı faizleri yüksek tutmakla eleştiriyor.” Bloomberg’e konuşan Londra merkezli AllianceBernstein’ın kredi analisti Okan Akın da şu değerlendirmeyi yaptı: “Cumhurbaşkanı’nın Merkez Bankası ile ilgili sözleri tabuta son çiviyi de çaktı. (…) Şu anda piyasa Türkiye’nin kredi notunu B- olarak fiyatlıyor. Türk tahvilleri bir süredir zaten ülkenin kredi notunun iki kademe altında seyrediyor ancak Türk varlıkları özellikle son birkaç haftadır diğer gelişmekte olan piyasalardan negatif bir şekilde ayrışıyor.”

Bu durumun içeride tüketici ve sektörlerin güvenliğini azalttığı gibi aynı zamanda dışarı için sıcak para çıkışını da beraberinde getirmiştir. Ülkelerin risk primine (CDS) bakıldığında Türkiye’nin risk priminin 22 Mayıs’ta 282’ye çıktığı ve en yakınındaki Brezilya’nın (196), Rusya’nın (134) risk primlerini bir hayli geride bıraktığı görülmektedir. Bu, dışarıdan borçlanırken çok daha yüksek faizler ödemeye katlanmak anlamına geliyor, ki bu da seçimlerden sonra kim olursa olsun IMF’in kapısına dayanacağını göstermektedir. Ülke içinde ise yıllık yüzde 11’in üstüne çıkma eğilimi gösteren enflasyon karşısında birikimlerini korumak isteyenler dövize yönelmekte ve ciddi bir talep artışı gözlemlenmektedir. Toplam net döviz açığı 223 milyar doları bulurken Erdoğan seçim meydanlarından halkın dövizlerini bozdurmasını istemektedir ve bunu “milli mücadele” olarak lanse etmektedir.

Merkez Bankası önümüzdeki 12 ayda çevrilmesi gereken dış borç tutarının 188 milyar dolara yaklaştığını açıkladı. Buna 50 milyar doları aşan cari açığın finansmanı da eklendiğinde 12 ayda bulunması gereken dış kaynak, 230 milyar doları bulmaktadır. Uygulanan OHAL politikası ve devamında Erdoğan’ın siyasal geleceği için kaosu benimsemesi haliyle sermayenin sıcak para akışını engellemektedir. Emperyalistlerle olan ilişkisinde istenmeyen çocuk pozisyonuna düşen Erdoğan dış politikadaki dalgalanmanın rüzgarı ile savrulmaktadır ve bu olurken de kendisine lobiler tarafından operasyon gerçekleştirildiğini söylemektedir.

Burada şunu belirtmek yerinde olacaktır: Bugün emperyalistlerin özellikle de ABD’nin Erdoğan’a bir operasyon yaptığı ya da onu hizaya getirmek istediği bilinmektedir. Bu durum karşısında, bu durumu ilerici bulmak yanlış yerde yanlış noktaların aranması anlamına gelir. Zira bizler açısından emperyalistlerin bu ekonomik bombardımanına karşı çıkmak, ancak bunu, buna neden olan iç politika ve aktörlerle beraber tartışmak gerekmektedir.

Trump’ın politikaları ile birlikte dünya genelinde dolarda yaşanan değer artışı geri bıraktırılmış ülkeleri hizaya getirmek ayrıca rekabet halinde olduğu diğer emperyalistleri uyarmak gibi bir anlam taşımaktadır. Bu atılımın, ABD’nin özellikle Obama döneminde yaşadığı bir dizi prestij kaybını toparlamak adına yapıldığı bilinmektedir. ABD Merkez Bankası’nın bu yıl iki kez daha faiz artırımına gidebileceği beklentisi dolarda güçlü bir değerlenme eğilimi yaratırken dolar endeksi zaman zaman yeni zirveler görmekte; ABD ve Çin arasındaki ticaret savaşı molası ve İtalya’da koalisyon kurma çalışmalarının sürmesi de gelişmiş ülkelere yatırım iştahını artırmış durumdadır. Bu da Türkiye gibi çevre ülkelerden sıcak para çıkışı sağlanamaması ya da sıcak paranın eskisi kadar gelmemesi demektir. Şu an TCMB’nin müdahaleleri ile döviz düşürülse de, bu geçici müdahale, aslında seçimler sonrası büyük bir enkaz bırakacaktır. Zira bugün ortaya saçılan kaynaklar, seçim sonrası toplum nezdinde ekonomik-sosyal alanda bir kemer sıkma politikasına neden olacaktır.

 

Kriz ve Londra seferleri

Dünyayı çevreleyen ekonomik ve siyasal krizin boyutları ülkelerde farklı yansımalar bulurken bunun Türkiye’deki etkisi esas olarak seçim sonrası kendini gösterecektir. Ülkede krizin boyutlanması kuşkusuz spekülasyonlarla değişim arz etmektedir. 15 Mayıs 2018’de Erdoğan’ın Londra ziyareti sırasında önce Bloomberg TV’de, ardından da yatırımcılarla yaptığı toplantılarda ortaya attığı FSEN (Faiz Sebep, Enflasyon Netice) teorisi tüm dikkatleri topladı. Erdoğan seçilmesi halinde para politikasının yönlendirilmesinde daha fazla söz sahibi olacağını açıkladı ve bu andan sonra TL dünya çapında en çok değer kaybeden paralardan biri oldu.

Erdoğan’ın Londra’da yaptığı açıklamaların ardından tüm Türk devlet kuruluşları Erdoğan’ın arkasını toplama çabasına girişti. Mehmet Şimşek ve TCMB başkanı ile Londra’ya sefer planı yaptı. 15 Mayıs’tan itibaren özellikle uluslararası finans basınında sayısız makale yayınlandı ve Erdoğan yönteminin liberal piyasa kurallarını zorladığı belirtildi. Konuyla ilgili olarak IMF TCMB’nın bağımsız olması gerektiği üzere açıklamalarda bulundu.

Belirtmek gerekir ki, Erdoğan’ın FSEN teorisi siyasal İslamcı bir zemine oturmaktadır. Bu politika özellikle Ortadoğu’da siyasal İslamcı hareketlerin stratejik devlet planlamalarında büyük bir çıkmazdır. Zira bir yandan kendi bekası için toplumla paralel olarak bu teoriyi savunmak ve esas olarak bunu yaparken de kapitalizmin çarkında yerini almak gibi absürt bir teoridir. Şurası bilinmelidir ki FSEN teorisi siyasal İslamcı bir siyasetin yansıması olarak faiz karşıtlığının dinsel kökenlerine dayanmaktadır. Bu Ortadoğu’da iktidar olamamış örgütlenmelerin ekonomik teorisidir.

Dinsel kökenli olan bu teoriyi Erdoğan’ın hangi maksat ile savunduğu tartışma konusudur ancak şurası bir gerçek ki Erdoğan siyasal iktidar tarihinde sona gelmektedir. Bu sona geliş pek doğal olarak kendi kaderini toplumun kaderi ile bütünleştirme gibi bir politik zeminde seyrediyor. Erdoğan bu vesileyle kendisini milli şef ilan etmekte ve ekonomik krizi kendi politikalarının bir sonucu olarak değil emperyalizmin ülkeye dönük bir saldırısı olarak göstermektedir. Dolayısıyla süreci Erdoğan’ın inançları eksenli okumak doğru değildir. Zira Erdoğan’ın “inançlarının” ve faiz teorisinin yaşananların nedeni olduğunu ileri sürmek, ekonomide yaşanan darboğazın ciddiyetinin farkına varmamak anlamına geliyor. Yani mesele bu kadar basit değil, mesele her iktidarın ülkenin sosyo ekonomik yapı karakterinde yaşadığı makus talihidir.

AKP açısından da benzer şekilde bugüne kadar emperyalistlere olan biatı bu “kaderi” doğurmuştur. Ancak yılları deviren bir iktidar olması sebebiyle AKP gelinen aşamada elde ettiği kitle potansiyeli ve güç neticesinde uzun süredir bir rehavet içerisinde (kendi deyimleriyle “metal yorgunluğu” safları bozmaktadır) bulunmaktalar. Ancak ister “metal yorgunluğu” ister “rehavet” istenirse de halkın alınterini sömürmekten semirdikleri söylensin… Bugün gelinen süreçte tüm yaşananların aynı zamanda bir “AKP krizi”ne yol açtığı çok açık ortadadır.

Ekonomideki dalgalanmalara gelecek olursak meseleyi Erdoğan’ın Bloomberg röportajı ile okumak da yanlış olacaktır. Kuşkusuz Erdoğan’ın röportajı ekonomideki spekülatif dalgalanmaları etkilemiştir. Ancak nasıl 2001 krizinin nedeni “anayasa fırlatma” değilse, şimdiki sorunların nedeni de Erdoğan’ın 15 Mayıs’taki Bloomberg röportajı değildir/olamaz. Zira Erdoğan 16 yıllık iktidarı içerisinde yeni siyasal İslamcı olmadı ya da ekonomi politikalarını dinsel ilkelere göre düzenlemeye 15 Mayıs konuşması sırasında karar vermedi. Süreç 2001 krizinin ötelenen çelişkilerinin yeni hali, yeni bir semptomudur. Türkiye 2001 krizinden sonra uyguladığı politikaların sonucunu yaşamaktadır.

Dönemin krizi ve oluşan toplumsal çelişkiler AKP’yi iktidara taşırken aynı krizin yeni hali AKP’yi sıkıştırmaktadır. Hem de daha boyutlu bir biçimde. Dolayısıyla 2001 yılında tartışılan ve AKP’yi iktidara taşıyan tartışmaları aynı biçimde yaşamaktadır. Neydi bu tartışma; küresel finans sistemi için gündemde olan bu tıkanıklığı aşacak ve birikim modelinin söküklerini dikecek bir aktörün aranması ve devletin bekasının sürdürülmesi… Bu tartışma 2001 krizi için olduğu kadar bugün için de geçerlidir.

Oluşan krizi toparlamak adına tüm devlet kurumları harekete geçerken yaşanan bocalamanın ardından TCMB tarafından faiz artışı gerçekleşmiş ve ardından Londra’ya sefer gerçekleştirilmiştir. Londra seferi öncesi Erdoğan seçim beyannamesini açıklarkenki vurguları da dikkat çekicidir. “Bugün olduğu gibi yeni yönetim sisteminde de para politikalarında küresel yönetişim ilkelerine bağlı kalmayı sürdüreceğiz, ama küresel yönetişim biçimlerinin de ülkemizi bitirmesine müsaade etmeyeceğiz. Özellikle mali disiplinin süreceğinden ve finansal istikrarın gereğinin yapılacağından kimsenin şüphesi olmasın.” Erdoğan’ın küresel yönetişim ilkelerine bağlı kalma sözü ve devamında bunun AKP’ye olan getirisini kendisini bitirmeye dönüşme ihtimalini tartışması bir pazarlığın olduğu anlamı taşımaktadır. Erdoğan’ın bu konuşmasının tercümesi şu şekildedir. “Beni desteklemeye devam ederseniz, sizin kurallarınıza uymaya devam ederim”dir. Bu açıklamanın ardından Şimşek “yatırımcının güvenini kazanmak” için Londra seferini gerçekleştirdi.

Erdoğan’ın Londra ziyareti sonrası Mehmet Şimşek ve TCMB başkanının gerçekleştirdiği Londra seferinin nasıl bir rahatlama sağlayacağı şüphelidir. Financial Times’ın başyazarı Martin Wolf Türkiye’nin ekonomik durumuna ilişkin yaptığı açıklamada Erdoğan’ın 24 Haziran’da kazansa dahi, sonrasında piyasaların güvenini sağlayabileceğinden şüpheli olduğunu belirtmiştir. Bunun anlamı şudur; 2001 krizi sonrası Erdoğan’ı iktidara getiren ekonomi politikalar tıkanmıştır ve süreç açısından yine AKP’yi iktidarı iktidara taşıyacak politikalara güven yoktur! Bu güveni tekrar sağlamak açısından “Ey Batı” diyerek atarlandığı efendilerine “küresel yönetişime bağlıyız” şeklinde sözü verilmiştir.

Londra’nın detayları esas olarak bu noktada seyretmiştir. Güven ortamını oluşturmak için görüşmeler gerçekleşirken Erdoğan “Tüm vatandaşlarımızı, varlık barışından faydalanarak yurtdışında veya sistem dışında tuttukları paralarını bankalarımıza yatırmaya davet ediyorum.” (31 Mayıs Habertürk) şeklinde çağrı yapmıştır. Bu, açıkça kaynağı ve nasıl kazanıldığı belli olmayan ya da vergi düzenlemelerinden kaçırılan sermayenin Türkiye’ye geri dönmesine yönelik yapılan bir çağrıdır. AKP’nin en yüksek mevkiden bu şekilde bir açıklama yapmak zorunda kalmasının tek bir anlamı vardır. Bu bir zamanlar Demirel’in tabiriyle, AKP seçimlere kadar “70 sente muhtaç” hale gelmiştir.

TCMB’nin müdahaleleri ve çeşitli uluslararası görüşmeler neticesinde uçuruma sürüklenişin hızı düşürülmüştür. Bu durum önümüzdeki dönemde düzen partilerinin iktidara gelebilmek için geniş toplum kesimlerine refah vaat edip hükümete gelince “acı reçete” içirmesine neden olan “yapısal uyum” sorununu bir kez daha karşımıza çıkaracaktır. Bu yapısal uyum sorununu bir siyasal partinin ekonomi politikalarının sonucu değil aksine devletin emperyalizm ile olan ilişkisi eksenli ve sosyo-ekonomik yapının, siyasal iktidarın genetik sorunu olarak algılamak yerinde olacaktır.

Sonuç olarak kapitalizmin hakimiyeti altında bütün iktidarların yapısal sınırlarının olduğu ve bu sınırların da şu an var olan iktidarı ölüm krizine soktuğu söylenmelidir. Dolayısıyla Erdoğan’ı iktidara getiren çelişkiler nasıl kendisinden önceki iktidarları indirdiyse bugün aynı kriz AKP’nin başında dolanmaktadır. 24 Haziran seçimleri bu anlamıyla önemlidir. Yönetememe krizi halinde olanların çelişkilerini yönetmek ve krizlerini boyutlandırmak açısından seçimlerde bir dinamik olarak duran HDP’nin barajı geçmesi bir görevdir.

 

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu