Güncel

Barış İçin Akademisyenlerden Tuna Altınel için dayanışma çağrısı!

Barış İçin Akademisyenlerin "Bu suça ortak olmayacağız" bildirisini imzaladıkları için "Terör örgütü propagandası" suçlamasıyla yargılanan akademisyenlerden Doç. Dr. Ahmet Tuna Altınel hakim karşısına çıkıyor.

Lyon-1 Üniversitesi öğretim görevlisi Doç. Dr. Ahmet Tuna Altınel’in Fransa’da gerçekleşmiş bir konferans gerekçe gösterilerek tutuklandı. Altınel hakkında Terörle Mücadele Kanunu (TMK) 7/2 suçlaması bulunuyor.

Altınel 10 Mayıs günü pasaportu üzerindeki tahdite dair bilgi almak için gittiği Balıkesir’de gözaltına alınmıştı.

78 gündür tutsak olan Altunel, 30 temmuz Salı günü Balıkesir Adliyesinde saat:13.30’da hakim karşısına çıkacak.

“Ben Barış Bildirisi’ni yalnızca imzalamadım. Onu düşündüm, hissettim, yaşadım. O metni ben yazdım. Her cümlesinin arkasındayım.”

Lyon 1 Üniversitesi Matematik Bölümünden Doç. Dr. Tuna Altınel’in Barış İçin Akademisyenler’in “Bu suça ortak olmayacağız” bildirisini imzaladığı gerekçesiyle “Terör örgütü propagandası” iddiasıyla Çağlayan’daki İstanbul Adliyesi’nde 29. Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılandığı davadaki beyanı şu şekilde: 

Sayın Hakimler,

Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni, izlediği savaş politikaları ve bunları izleyiş biçiminden ötürü açıksözlülükle eleştiren, bu yanlış yolun terkedilmesi ve barış için yeniden masaya dönülmesi çağrısı yapan 11 Ocak 2016 tarihli Barış Bildirisi’ni imzaladığım için terör örgütü propagandası yapmakla suçlanıyorum. Bu suçlamaya karşı bir çift söz beyan etmek isterim.

Beyanımın ilk bölümünde bu imzanın benim için ne anlama geldiğini kısaca anlatacağım.

1966 doğumluyum. Elli dördüncü yaşımdan günler almaya başlayalı çok olmadı. 1980 eylülünde hayatımın on beşinci yılını sürüyordum. 1984 ağustosundaysa on dokuzuncusunu. Bu tarihleri laf olsun diye seçmedim.

Elli küsur yıllık ömrümün Türkiye’yle ilgili olan bölümü toplumu saran, sarsan, şiddet sarmalı içine sokan sorunlara güvenlikçi, şiddet içeren ve şiddet üreten çözümler dayatan iktidarların hükmü altında geçti.

1980’lerde, “başı ezilecek” denerek “terör” sözcüğüne indirgenmeye çalışılan sosyal ve siyasal soruna karşı 1990’larda “düşük yoğunluklu” bir savaş başlatıldı. Doksanlar’ı Türkiye dışında geçirmiş olsam da toplumu saran şiddeti, bazılarının failleri bugünkü siyasal iktidar döneminde açığa çıkartılan cinayetleri derinden hissettim.

Ve hep sustuk! Ben ve benim gibi “Fırat’ın batısında” yaşayan milyonlarca insan bu “düşük yoğunluklu savaş”ı sanki Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde yaşanmıyormuş gibi izledik. Sonra 2000’ler geldi, ortalık biraz durulur gibi oldu.

Ve 2008’de bugünün siyasi iktidarı “Kürt açılımı” adı altında bir süreç başlattı. Savaşan taraflar konuşma çabası gösteriyorlardı sanki. Gönülden destekledim. Artık doksanlara dönmeyeceğiz, savaş bitebilir, diye düşünüyordum. Bu beklentilerim 2013 ocağında başlayan Çözüm Süreci görüşmeleriyle daha da güçlendi. Artık konuşulacaktı. İzlenen yöntem bütün eksiklerine rağmen barış fikrini topluma da yaymaya yönelikti.

Bunu yalnızca Fırat’ın batısında değil, ilk kez 2013 eylülünde mesleki bir kongre için gittiğim Diyarbakır’da da gözlemledim. Artık geriye dönüş yalnızca geçmişin bizlere yüklediği sorumluluklarla yüzleşmek için olacaktı.

Yanılmışım! Barış, devleti yönetenlere iyi gelmemiş, 28 Şubat 2015’te üzerinde uzlaşıldığı bizlere söylenen ilkeler başka beklentileri tatmin etmemiş ki, Çözüm Süreci “buzluğa” kondu. Sonra da cehennem alevlerinde yakıldı.

20 Temmuz 2015 günü Suruç’ta otuzdan fazla genç katledildi. Ardından, elimde tuttuğum iddianamenin 5. sayfasında iddia edilenden farklı olarak, bugün bile failleri bilinmeyen bir biçimde iki polis memuru öldürüldü ve 25 Temmuz 2015’te tetiğe basıldı. Savaş, görülmemiş bir hızla başladı.

Bu korkunç dönemin başında tepkim hep “hayır, artık doksanlara dönmeyeceğiz” iken, giderek sözlerin yetmediğini düşündüm ve savaşın olduğu topraklara gitmeye, insanları dinlemeye karar verdim.

Eylül 2015’ten itibaren, bazılarının adı imzaladığım Barış Bildirisi’nde de geçen illere çeşitli defalar gittim. Savaş hazırlıklarını gördüm, savaşın sesini dinledim, yıkım ve zorunlu göç mağdurlarına yardım etmek için çuval çuval erzak taşıdım, evlerini, yakınlarını yitirenlerle konuştum. Bunların hepsini bireysel bir girişim olarak yaptım ve ilkem şu oldu: “Her Türk vatandaşı benim yaptığımı yaparsa barışa biraz daha yaklaşırız.”

Bu çabalarımın izlerini Sur’da, Nusaybin’de, Cizre’de, Hakkari’de, Yüksekova’da kaldığım otellerde bulabilirsiniz. Savcı Bey, belki aleyhime delil olarak kullanır.

Sayın Hakimler, herhalde daha ayrıntılamaya gerek yoktur. Ben Barış Bildirisi’ni yalnızca imzalamadım. Onu düşündüm, hissettim, yaşadım. O metni ben yazdım. Her cümlesinin arkasındayım.

Bu bağlamda şunu da belirtmek isterim. Hani bir laf vardır, sonda söyleneceği şimdiden söyleyeyim, denir. Türkiye’nin siyasi manzarası yakın gelecekte pek değişmeyeceği için o son büyük olasılıkla benim için de gelecek. Ben de o zaman söyleyeceğimi şimdiden söyleyeyim. Aleyhime kabul ettiğim, benim gözümde imzamı geri çekmeme denk olan HAGB’yi reddediyorum. Barış çağrısı suçlanamaz, ona hüküm verilemez.

Buraya kadar Barış Bildirisi’ne attığım imzada somutlaşan tavrımı anlattım. Ve ben şu anda bu duruşumdan ötürü mahkemenizde yargılanıyorum. Bana yöneltilen suçlamanın temelinde yaklaşık 17 sayfalık bir iddianame var.

Avukatımın sıkça kullandığı bir deyimle bir “kanaatler manzumesi” olan bu metin hakkında gerek mahkemenizde gerekse diğer mahkemelerde imzadaşlarım tarafından yüzlerce beyan verildi. Her biri ayrı birer barış, adalet, demokrasi haykırışıdır. Akıllar kör, yürekler sağır, vicdanlar dilsiz de olsa, ben de bir iki söz söylemek istiyorum bu iddianame hakkında.

1. İddianamenin mantığı bozuktur

Bu konuda tarih sırasıyla üç adet çok değerli savunmaya atıfta bulunmak yetecektir. Birincisi 19 Nisan 2018 tarihinde 34. ACM’de Ozan Çağlayan tarafından verilen, benim de dinleme şansı bulduğum ve her nedense heyet başkanı tarafından sonunda kesilen savunmadır.

İkincisi Berna Kılınç’ın 18 Eylül 2018 günü 35. ACM’de verdiği savunmadır. Üçüncüsü Ayşe Berkman tarafından 10 Ocak 2019’da 36. ACM’de yapılan savunmadır. Bu üç çok nitelikli tahlil üzerine söylenecek tek söz bulabiliyorum: Bu metinleri okumadıysanız hemen okuyun.

 2. İddianame maddi hatalarla doludur

“DELİLLER” bölümündeki “tutuklama müzekkereleri” yanlış ifadesi iddianamenin alelacele, başka iddianamelerden kopyalanan parçalar üzerine deyim yerindeyse deniz kumuyla inşa edilmeye çalışılmış yapısının öncül örneklerinden biridir.

Yine aynı bölümde, iddianamenin ana delillerinden biri olan Bese Hozat “talimatı” hakkında verilen bilgilerin yanlışlığı ve bu “talimatın” talimat sonucu çıktığı iddia edilen Barış Bildirisi’yle zıtlığı Cem Özatalay’ın 26 Haziran 2018 günü 34. ACM’de benim de dinleme şansına sahip olduğum duruşmasında verdiği beyanda ayrıntılarıyla incelenmiştir.

Ne acıdır ki, gerçek bir akademisyen ciddiyetiyle yapılan bu inceleme heyetin başkanı olan meslektaşınızı bir hayli sinirlendirmiştir.

Bozuk mantığını, bildirinin “gerçek amacının anlaşılması açısından … yayınlandığı dönemin kısaca değerlendirilmesi” diye nitelediği bir bölümle saklamaya çalışan iddianamenin kronolojisi hatalıdır. İddianamenin 5. sayfasının son paragrafında, 27 Aralık 2015 tarihindeki Demokratik Toplum Kongresi olağanüstü kongresinden sonraki özyönetim ilanları arasında Diyarbakır Sur ve Silvan ilçeleri de geçmektedir.

Halbuki bu ilçelerde bu ilanlar daha önceden yapılmış, artık çatışmalı döneme geçilmiştir. Hatta Silvan’daki çatışmalar, 28 Kasım 2015 tarihinde katledilen Tahir Elçi’nin de aracılığıyla 14 Kasım 2015 tarihinde bitmiş, ordu ve çeşitli harekat birimleri tahrik edici tavırlarına rağmen, yöre halkının koruması altında, herhangi bir olay olmadan şehirden çıkmışlardır.

Ayrıca, iddianamede aynı yerde söylenenler, Sur’la ilgili verilen 6. sayfadaki 10 Mart 2016 tarihli BA-67/16 numaralı TSK basın açıklamasıyla da çelişmektedir.

3. İddianame yalanlarla algı operasyonu yapmaktadır

Yalanların bir tanesi artık iyice meşhur oldu. Yani, bildirinin İngilizce çevirisinin savcı tarafından sunulan Türkçe çevirisindeki “Kürdistan illeri” deyimi.

Ne yazık ki hakimler iddianamenin bu çarpıtması karşısında hiçbir şey yapmamakta ya da yapsalar da bu 27. ACM’nin heyet başkanının benim de bulunduğum bir duruşmadaki karikatür halinin ötesine gitmemektedir.

Bahsettiğim duruşmada meslektaşınız İngilizce’sinin iyi olduğunu düşündüğü bir davalıya iddianamedeki bu çeviri hakkındaki fikrini şöyle sormuştur: “İngilizceniz nasıl? Sizce çeviri doğru mu?”

İddianamenin 5. sayfasında “7 Şubat girişimi”’ne atıf yapılmaktadır. Bahsedilen olay 2012 yılında olmuştur. İddianamenin sunma iddiasında olduğu olaylar zincirinin tarihsel sırasının dışındadır. Ama anlaşılan iddianamenin yazıcısı biraz da FETÖ paralelliği kurarak algıları daha iyi yönlendireceği kanısındadır.

İddianamenin 7. sayfasında şu satırlar yeralmaktadır: “Bildiride Türkiye’nin doğu ve güneydoğusundaki yerleşim alanları için betimlenen tablonun tamamen gerçek dışı olduğu, güvenilir bir temelden yoksun bulunduğu…”

Bu cümleye yanlış demem, yalan derim! Avukatlarımız uluslararası kuruluşların raporlarını dosyalara eklediler. Hadi diyelim ki o raporlar yanlış, kötü niyetli.Ya az çok yerinde görmüş olduklarım, dinlediklerim?!

İddianamenin 9. sayfasında “… hakikatleri ters yüz” ettiğimiz iddiası var. Hakikati ters yüz edip etmediğimiz ancak hakikatin ne olduğunu ve bizim ne yaptığımızı karşılaştırmakla anlaşılır. Ama iddianamenin yazarı bu konuda hiçbir bilgi vermemekte ısrarcıdır. Herhalde o da iyi biliyor, yalan bilgi karşısında tutunamaz.

On ikinci sayfada “Barış İçin Akademisyenler inisyatifinin legal görünüm altında PKK tarafından alınan kararları uygulamaya yönelik bir örgütlenme tarzına sahip olduğu” iddiası vardır.

Barış İçin Akademisyenler bir örgütlenme değildir. İddianamenin yazarı kanıtlayamayacağı olguları doğruymuş gibi göstererek hedef aldığı kitle hakkında yanlış algı oluşturma çabasındadır.

On üçüncü sayfada “Örneğin bir akademisyen El-Kaide veya DAEŞ ile mücadele eden Amerika Birleşik Devletleri’ni ya da Avrupa Birliği ülkelerinden herhangi birini bu örgüte karşı “katliam” yapmakla itham edemez.” diye bir cümle var.

Bu cümle doğrudur. Ama Barış Bildirisi bir silahlı örgüte karşı değil, sivillere karşı katliam yapıldığını öne sürmektedir.  İddianamenin yazarı doğru bir önermeyi ilgisiz bir bağlama sokarak gerçekleri çarpıtmaktadır.

Yine aynı sayfada biraz ileride “Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve Hükümeti aleyhine çok yönlü ve girift uluslararası bağlantıları olan geniş kapsamlı organize bir eylem”den bahsedilmektedir.

İddianamenin yazarı, ortaya somut bir veri koymadan ifade ettiği komplo kanaatleri üzerinden algı operasyonu yapmaktadır.

Aynı sayfada, iki paragraf aşağıda Chris Stephenson’ın beraat ettiği bir davadan suçlu çıktığı izlenimi verilmektedir. Ayrıca bu çarpıtma yapılırken “terör örgütü propagandası yapmaya yönelik materyallerle” adliyeye geldiği yazılmıştır. Halbuki bahsedilen materyal yasal bir parti olan Halkların Demokratik Partisi’nin bildirileridir.

Ne ilginçtir ki, son zamanlarda cumhurbaşkanlığı mevkiini işgal eden kişi, seçim konuşmalarında sık sık iddianamedeki bu yalanı hatırlatan eşitlemeler yapmaktadır.

4. İddianame çelişkili ve dayanaksızdır

İddianamenin 15. sayfasında İrlanda ve İspanya örnekleri verilmektedir. Ama nedense, bu ülkelerde barışın eninde sonunda savaşın iki tarafı arasında müzakerelerle sağlandığı gerçeği gözardı edilmektedir. Halbuki iddianamenin kendisi bu yolun Türkiye’deki yasal çerçevesini 5. sayfada hatırlatmaktadır.

Barış Bildirisi’nin özü de bu çerçevenin dışına çıkıldığında olanları olabildiğince açıksözlülükle vurgulamaktan ibarettir. İddianamenin belki de en yaman çelişkisi buradadır.

İddianame Barış Bildirisi’ne yasadışılık atfetmeye çabalarken müzakere yasalarını yasadışı ilan etmektedir. Öte yandan, iddianame bu yasaları savunmaktadır da.

Ama görünen o ki, bu çelişkiler iddianame yazarını rahatsız etmemiştir. Nasıl etsin?! İddianamede AİHM’e, Amerika Birleşik Devletleri Yüksek Mahkemesi’ne yapılan atıflara dayanak olacak tek bir kaynakça yoktur.

Olmamasının nedeni de aşikardır: Böyle bir kaynakçaya dayanak olacak herhangi bir metin olamaz. İddianame yazarı bunları uydurmuştur. Zaten delil göstermeden, mantık yürütmeden çıkarım yapan bir suçlayıcıdan içeriği olan bir kaynakça beklemek abes olurdu.

Sonuç

Bu iddianame yok hükmündedir! Bu önerme benim için düz anlamıyla da doğrudur. Gerçekten de şu anda elimde tuttuğum, sayfalarından alıntılar yaptığım iddianame bir başka imzacı için hazırlanmıştır. Benimki bana hiçbir zaman ulaşmadı. Ulaşsaydı ne olacaktı ki?!

Eminim alıntılarımın sayfa sayıları bile değişmeyecekti. Sizler de herhalde bunun farkındasınız ki, bu iddianameyi kabul edip bizlere dava açmış olsanız da, en azından kendi mahkemenizdeki dosyaları birleştirdiniz. Karşınıza gelenleri mahkum etme hırsıyla koşturmuyorsunuz. Deyim yerindeyse, akl-ı selimin yolunu izliyorsunuz.

Sayın hakimler! Akl-ı selimin yolunu izlemek tabi ki doğru olandır. Ama geldiğimiz şu noktada yeterli değildir. O yolu savunmalısınız. Bana ve karşınıza gelen bütün imzadaşlarıma derhal beraat vermeli, Çağlayan adalet harabelerine gün yüzü göstermelisiniz.

Sözlerimi bir vurguyla bitirmek isterim. Beraat talebim herhangi bir talep değildir. Aslında bir ikilem karşısındasınız. Ya bizlere beraat vereceksiniz, ya da kalemlerinizi kıracaksınız. Hukuk için, adalet için, kendi kariyerleriniz için. Karar sizin!(Haber Merkezi)

 

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Diğer içerik
Kapalı
Başa dön tuşu