GüncelMakaleler

İktidar üzerine bir deneme…

İktidarın özünde elbette “zor” ve bu zoru kullanma tehdidi yatar. Tarih sahnesinde yönetenler ve yönetilenler ortaya çıktığı andan itibaren “zor” bir zorunluluk olarak var olur. Tarihsel olarak yönetenler ve yönetilenler, mülkiyete sahip olma ve olmama çatışmasından doğmuştur.

Bir şeyi tanımlarken nereden baktığınız önemlidir. Bundan dolayı da “iktidar” olgusunu tanımlarken durduğunuz yer belirleyicidir. Yani iktidar kavramını tanımlarken sistemin içinde bir yerde duruyorsanız o zaman tanımlamanız da sistem içinden olur.

İktidar olgusu, sistemin içinden bakışla ele alındığında iktidar “zor”a ya da salt disipline indirgenir –ki disiplin de, insani çeşitliliği düzene sokmaya yarayan “teknikler” olarak tanımlanır. İktidar olgusu bu bakış açısına sahip kişiler tarafından özellikle kapitalist toplumda “merkezi otorite” ve “yasaklayıcı” tarafından uygulanan zor değil, bireyler arası ilişkilerden doğan ve kendi hakikat söylemi içinde özne yaratan bir şebeke-ağ olarak ele alınarak, tarih sahnesine çıkış, gelişme ve günümüzde karşımızda bulduğumuz şekliyle diyalektik bağıntılarından koparılır.

İktidarın özünde elbette “zor” ve bu zoru kullanma tehdidi yatar. Tarih sahnesinde yönetenler ve yönetilenler ortaya çıktığı andan itibaren “zor” bir zorunluluk olarak var olur. Tarihsel olarak yönetenler ve yönetilenler, mülkiyete sahip olma ve olmama çatışmasından doğmuştur. Bir arada yaşayan, ortak üreten, ortak tüketen, ortak karar alan komünal toplumda üretim araçlarının gelişmesi, çeşitlenmesi ve var olan topluluğun ihtiyacından fazlasına, yani artık bir ürünün oluşmasına neden olmuştur. Bu fazlaya sahip olma, sahip olma çabası ve kavgası ortak mülkiyetin özelleşmesini ve özelleşen mülkiyetin korunması yolunda “zor”u ve yöneten-yönetilen denklemini yaratmıştır.

“Üretim doğanın mülk edinilmesidir” der Marks. Bu mülk edinmenin bireyselleşmesi komünal toplumda topluluğu yöneten, koruyan ve dini işlerden sorumlu kişilerin, yani lider, savaşçı komutan ve şamanın toplulukta bir otoriteye sahip olmasını ve var olan “manevi” otoritenin maddileşmesini beraberinde getirmiştir. Bu durum bir “erk”; kudret, yetke (yetki değil, yetke), sözü geçerlilik, istediğini yapabilme, yaptırma, yasaklama gücü, bir egemenlik sağlamıştır. Bu erk, öncelikle toplum içinde sağlamlaşır. Fiziksel, sosyal, psikolojik, ekonomik, askeri vb. zor kullanma yöntem ve tehditleri “mülkiyet” hakkının kalıcılaşması ve “rıza” yaratmak için uygulanır. Mülkiyet sahibi olanlar erk sahibi-egemen olarak kendi hukuk ilişkilerini ve iktidar biçimlerini yaratırlar. Yöneten-yönetilen ilişkisi içinde iktidar, iktidara sahip olma ve iktidara sahip olmama ve bunların arasındaki ilişkiyi belirler.

Yani iktidar olmak, mülkiyete sahip olmakla dolaysız ilişkilidir. Yeryüzündeki ilk devletler olan “site” devletlerine baktığımızda bu ilişki çok çıplak bir biçimde kendini gösterir. Soyluların yani mülkiyet olarak belli bir birikime sahip olanların, din adamlarının ve askerlerin yönetici “sınıf” oldukları, geri kalanların yönetilen oldukları ortadadır. Roma İmparatorluğu döneminde sıradan asker olabilmek için bile belli bir büyüklükte toprağa sahip olmanın zorunluluk olduğu bilinmektedir.

Zor ve zor kullanma tehdidi gelişen tarihsel süreç içerisinde kurumsallaşır, çeşitlenir, gelişir ve genişler, kendisini yönetenin; mülkiyet sahibinin, egemenin en iyi zor aracı olarak devlette somutlaştırır. Toplumların en başından itibaren devlet yoktur; egemenin, iktidarın devletleşme süreci “zor”un aynı zamanda örgütlenme sürecinin, “öğrendiklerini” en iyi uygulama sürecidir de. İlk yöneten-yönetilen ayrımının ortaya çıkmasından itibaren köleci devlet, feodal devlet, kapitalist devlet “zor” uygulayıcılarının geçmişten öğrendiklerinin bu bağlamda birikimlerinin ürünüdür.

Düzenekler, teknikler ve iktidar yordamlarının burjuvazi tarafından icat edilmediği söylenerek burjuvazi belli ölçülerde aklanmaya çalışılmaktadır. Ancak, bu düzenekler, teknikler ve yordamlar tarihsel olarak mülkiyete, dolayısıyla iktidara sahip olan sınıflar tarafından geliştirilmiştir ve bugün de burjuvazi tarafından geliştirilmekte ve uygulanmaktadır. Gelişen ve değişen her toplum, toplumsal yaşam içinde ortaya çıkan her yeni duruma karşın yeni düzenekler, teknikler ve yordamlar yaratmıştır. Toplumsal ilişkiler karmaşıklaştıkça, derinleştikçe bu düzenlemeler yenilenmiş, geliştirilmiş ve derinleştirilmiştir. Örneğin Hammurabi döneminin hukuk metni ve sistemi ile bugünkü hukuk sistemi ve metninin aynı olması mümkün değildir. Zira Hammurabi döneminin hukuk sistemi o dönemin üretim ilişkilerinin, üretici güçlerin var olan düzeyleriyle sınırlıdır. Kaldı ki bugünkü tarihsel süreç içinde “burjuva demokrasisi” olan bir ülkedeki hukuk sistemi ile yarı-sömürge bir ülkedeki hukuk sistemi de aynı değildir. Köleci toplumda ya da feodal toplumda “lokavt”ın olması mümkün değildir. Kendine piramit yaptıran bir firavunun lokavt ilan etmesi diye bir şey düşünülebilir mi?

Üretim araçlarının, üretici güçlerin, üretim ilişkilerinin, toplumsal yaşamın değişmesi, gelişmesi, iktidar sahiplerinin kendi varlıklarının/iktidarlarının devamı için iktidar organizasyonlarını geliştirmelerini zorunlu kılmıştır. Tarihin her döneminde iktidarlara karşı, uygulamalarına karşı isyanlar gerçekleşmiştir. Kimi bizzat iktidarı hedeflemiştir, kimi ise çeşitli ekonomik-sosyal düzenlemeler talebiyle sınırlı kalmıştır: Köleliğe karış Spartaküs’ün isyanı, Şeyh Bedrettin önderliğindeki “yârin yanağından gayrı her şeyin ortaklaşması” için isyan, Babailer isyanı gibi kapitalist ekonomik sistem ve onun yarattığı iktidar organizasyonuna, devletine de başından itibaren başkaldırılar, isyanlar hiçbir zaman eksik olmamıştır. Kapitalist üretim ilişkilerinin yarattığı “işçi sınıfı” tarih sahnesine çıktığı andan itibaren ücretler, çalışma saatleri, çalışma koşulları vb. nedenlerle mülk sahiplerine ve onların iktidarlarına ve en organize, en örgütlü, en merkezi zor aygıtları olan burjuvazinin devletlerine karşı daima bir mücadele içerisinde olmuşlardır. Bu mücadeleler uzun bir tarihsel sürece yayılmıştır, kiminde başarılı olunmuş, kiminde yenilgiye uğranmıştır.

Bir sınıf olarak sınıf bilincine sahip olmasıyla birlikte işçi sınıfının mücadelesi de “kendisini zorunlulukların kölesi” (Marks) yapan sistemin kalbine yönelmiştir. Bu yöneliş, iktidarı hedefleyiş 1871’de Paris Komünü ile kısa süre de olsa başarıya ulaşmıştır. 1917 Ekim Devrimi ve 1949 Çin Devrimi işçi sınıfının iktidar mücadelesindeki şanlı başarıları olarak tarihe altın harflerle kazınmıştır. Paris Komünü’nden çıkarılan en önemli derslerden bir tanesi işçi iktidarını, işçi devletini kurabilmek için burjuvazinin iktidarını ve devletini yıkmak olarak ortaya çıkmıştır. Bu, 1917’de Rusya’da, 1949’da Çin’de gerçekleştirilmiştir.

Demokratik burjuva devlet olsa bile toplumsal yaşam burjuvazinin çizdiği sınırlar içinde “özgürlükçü” olduğu algısı/yanılsaması yaratılsa bile devlette somutlaşan iktidarın zor kullanma tehdidi her zaman bakidir. Her zaman sınıf olarak proletarya, ulusal azınlıklar, kadınlar ya da diğer tabaka ve katmanlar “haklarını” mücadele sonucu elde edebilmişlerdir. Burjuvazinin iktidarı da diğer iktidarlar gibi “merkezi” olmasına karşın, kapitalist üretim ilişkileri ve bundan kaynaklı toplumsal ilişkiler bu iktidarın “yayılmasını” sağlamıştır ancak burada bir çoğulculuk yoktur, olan şey iktidarın geçmiş deneyimler ışığında ve üretim ilişkilerinin zorlamasıyla tabana yayılmasıdır. Ki bunu meta üretimi zorlar, piyasa ekonomisi dayatır. Bu yayılma kuşkusuz, kapitalizmin ideologlarının iddiasının aksine iktidarın paylaşılması şeklinde olmaz, sadece temsiliyet görünümündedir. Kapitalizmde herkes toplumu dıştalayan bir bireydir; birey ise, içinde yaşadığı toplumdan bağımsız olarak tanımlanır.

Feodalizmde bireyin mülkiyet hakkı ona bir cemaat üyesi olma sıfatıyla verilmiştir. Birey cemaat üyesi olarak kaldığı sürece cemaat içindeki konumunun ona kazandırdığı mülkiyet hakkına sahiptir. Derebeyi şatosunu, küçük  köylü toprağını, lonca esnafı zanaat aletlerini satamaz, kaybedemez.” (Grundrisse, s. 46, dipnot 28) Marks, burjuva toplumu “herkesin herkese karşı savaşı” olarak tanımlar. Bu toplumda herkes kendi çıkarlarını korur, başkalarının çıkarlarını umursamak zorunda değildir. Bundan dolayı tüm toplumsal faaliyetler bireyin istek ve ihtiyaçlarının karşılanması için birer araçtır. Bu sebepten toplumsal ilişkilerde herkes, kendi sınırları içinde “iktidar” olarak algılanır. Ancak –tekar vurgulayalım- bu durum iktidarın paylaşılması anlamını taşımaz. Birey özel mülkiyet hakkına, ürettiği ürün ve hizmetler üzerinden sahiptir ve dolayısıyla yaptığı üretimden dolayı kimseye karşı sorumluluk taşımaz ister üretir, ister üretmez(!) Sonuç olarak kendi mülkiyetidir(!) Burada bir “iktidar yanılsaması” oluşur/oluşturulur. Çünkü “iktidar”ı, sadece “bir işi yapabilme gücü” olarak tanımlama hatasına düşülür. Çizilen çerçevenin dışına çıkıldığında, sınır dışına çıkan gerçek iktidarla, devletle karşı karşıya gelinir ve “zor”un zor aracı tarafından kendisine uygulanışına tanıklık edilir.

Yeni üretici güçler ve üretim ilişkileri, eski düzenin bağrında ortaya çıkar. Kapitalizm de feodalizmin bağrından çıkmıştır. Ve kapitalizm o güne kadar var olan iktidar sisteminin mirası üzerinde kendi iktidarını şekillendirmiştir. Kendi üretim ilişkileri çerçevesinde tasfiye edeceklerini etmiş, koruyacaklarını korumuş, geliştirmek zorunda olduklarını geliştirmiş ya da yeni düzenekler, yöntemler ve yordamlar geliştirmiştir. Emperyalist aşama ile birlikte burjuvazinin organizasyonu yine değişikliklere uğramıştır. İktidarlar ve iktidar aygıtları da sürece göre evrim geçirerek ilerlemiştir. İşçi sınıfı mücadelesi ve bu mücadeleler sonucunda ortaya çıkan SSCB ve Çin Halk Cumhuriyeti de bu evrim süreçlerinde etkili olmuştur. Kapitalist-emperyalist sistemin üretim anarşisi bunalımlar, sorunlar, ekonomik sosyal siyasi krizler yaratmış ve bu krizler işçi sınıfının, egemenlerin iktidarına karşı mücadele dinamiklerini oluşturmuştur. Sovyetler ve Çin devrim pratikleri kapitalist-emperyalist sistemin işçi sınıfına karşı “devrimi önlemek”, sosyalizme yönelişin önünü kesmek, iktidarlarını korumak amacıyla tavizler vermesine yol açmıştır. Ancak burjuvazi iktidarını kaybedeceğini anladığı an, faşizmi devreye sokmaktan çekinmeyecektir/çekinmemiştir. “Gerçek tarihte, en önemli rolü fethin, boyunduruk altına almanın, soygun için insan öldürmenin, kısaca zorun oynadığı bilinir.” (Marks, Kapital, c 1, s. 677)

İktidar tarih sahnesine çıktığı andan itibaren kendi varlığını geliştirmek, derinleştirmek ve kuşaklar arası aktarmak, “rıza” oluşturmak ister. Bu ilk başlarda “zor”un kaldıraç etkisiyle gerçekleştirilir. Ancak zorla birlikte iktidar kendisini ve uygulamalarını “normal”, “akla ya da geleneklere uygun”, “ahlaken kabul edilebilir” kılmak ister. Bu da “meşrulaşma” kaygısının “rıza”ya dayandığı algısının yaratılmaya çalışıldığı anlamını taşır. İktidar sahipleri bu meşruluğu tarihsel süreç içerisinde oluşan, oluşturulan kurumlar ile sağlamaya çalışır. Bir grubun, topluluğun ya da dönemin yaşam biçimi olarak kültür, verili zamandaki verili toplumun yaşam biçiminin üretilmesini ve yeniden üretilmesini sağlayan kurumlardan biridir. Gelenek, örf, adet ve normlar kültürün yeniden üretiminin kadim araçlarındandır. Bunlarla beraber sanat-edebiyat vb.leri de tarihsel süreç içerisinde kültürün bu işlevini yerine getirmesinde rol oynamışlardır/oynamaktadırlar. İktidarın-egemenlerin meşruluğu ve normalliği bu çerçeve içerisinde oluşturulur ve yeniden üretilir.

Aile de toplumun hem biyolojik hem de kültürel olarak yeniden üretildiği yerlerden en temel oluşumlardan biridir. Yani çocuklar dünyaya getirilir ve toplumun normal, meşru algısı içinde toplumun bir üyesi olarak yetiştirilir. Mülkiyet ilişkileri de aile ve miras yoluyla korunur. Topluluğa ait tüm korkuların, kaygıların, ahlaki değerlerin, terbiye standartlarının, yapılması ya da yapılmaması gerekenlerin, mülkiyet ilişkilerinin çocuğa öğretildiği, kabul ettirildiği ilk yer ailedir. Aile ile birlikte eğitim sistemi de var olan düzenlemelerin, uygulamaların, davranış biçimlerinin ve kültürün yeniden üretildiği en önemli yerlerden biridir. Bunlarla birlikte topluluklar sembolleştirdikleri “kutsallar” üzerinden kendi sınırlarını oluşturur ve başkalarından kendilerini ayırırlar. Bu ayrılık topluluğun topluluk duygusunu canlı tutar. Bütün üyelerini ortak bir inanç etrafında bir araya getiren din, toplumsal ilişkiler üzerinde düzenleyici kurallar koyar. Bu kurallar topluluğun yaşam biçimini şekillendirir ve sürekliliğini sağlar.

Hukuk ise var olan üretim tarzının, üretim ilişkilerinin, mülkiyet biçiminin toplumdaki varlığını ve devamlılığını düzenler. Köleci toplumdaki, feodal toplumdaki ya da kapitalist toplumdaki hukuk, ait olduğu toplumun toplumsal ilişkilerinin düzenlenmesinin, devamlılığının sağlanmasının bir aracından başka bir şey değildir. Köle, serf ya da işçi emeğine dayanan mülkiyet sistemlerinin meşruluğu, normalliği ve zor uygulamasının kabul edilebilirliğinin sağlanmasını sağlayan araçlardan biridir hukuk.

Ekonomik altyapının oluşturduğu tüm bu üst yapı kurumları (diğer üst yapı kurumları ile birlikte) iktidarın, egemenliğin devamlılığını, meşruluğunu, normalliğini ve “rıza”ya dayanmasını sağlar. “Kapitalist üretimin gelişimi içinde, eğitimleri, gelenekleri ve alışkanlıkları dolayısıyla bu üretim tarzının zorunluluklarını apaçık doğa yasalarıymış gibi gören bir işçi sınıfı oluşur… İktisadi ilişkilerin sessiz baskısı kapitalistin işçi üzerindeki kesin egemenliğini tamamlar.” (Marks, Kapital, c 1, s. 707)

Yönetenler; egemenliklerini, iktidarlarını tarihsel süreç içerisinde yukarıdan aşağıya doğru bir kere inşa edip yerleştirdikten ve bu durumun meşru, normal olmasını sağlayıp “rıza”yı ürettikten sonra dolaysız zora başvuru tali duruma gelir. İstisnai durumlarda başvurulur. Bu andan sonra çevresi kalın çizgilerle çevrelenmiş sınırlar içinde yaratılan durum kendini yeniden ve yeniden üretir.

Platon Devlet adlı kitabında şöyle söyler “[Bu cesaret işi kurguyu] kademeli olarak aktarmayı öneriyorum, önce yöneticilere, sonra askerlere ve en sonra da halka… Öykümüzde onlara diyeceğiz ki, Yurttaşlar, sizler kardeşsiniz; ama Tanrı sizi farklı şekillerde biçimlendirdi. Bazılarınızın yönetme gücü var ve bunların hamurlarına altın kattı, bu nedenle en büyük onura da bunlar sahip. Bazılarınızı ise, yönetenlere yardımcı olması için, gümüşten yarattı. Çiftlik ve el işleri ile uğraşacak olan diğerlerini ise pirinç ve demirden; ve bu türler de genellikle çocuklara aktarılıp devam edecektir.” (Aktaran Clifford D. Conner, Halkın Bilim Tarihi)

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu