EkolojiMakaleler

MAKALE | Kapitalizm, doğa, çevre ve poşet meselesi -1-

Doğa bilimini “bilimlerin temeli” olarak tanımlayarak diyalektik materyalizmi de bu temelde şekillendirmeye koyulmuşlardır. “Doğanın diyalektiği” kitabında, Engels konuyu etraflıca ele alıp toplum bilimi ile ilişkisinde kurarak 19. yüzyılın doğa bilimlerindeki gelişmeleri ezilen bilincine kazandırmıştır.

Doğa, toplum ve insan yaşamında doğa bilimlerinin yerini, teorik, pratik biçimlerini ifade edenler içerisinde Marks ve Engels de yer alır. Doğa bilimini “bilimlerin temeli” olarak tanımlayarak diyalektik materyalizmi de bu temelde şekillendirmeye koyulmuşlardır. “Doğanın diyalektiği” kitabında, Engels konuyu etraflıca ele alıp toplum bilimi ile ilişkisinde kurarak 19. yüzyılın doğa bilimlerindeki gelişmeleri ezilen bilincine kazandırmıştır.

Bugün, Engels’in 1870’li yıllarda organik hücrenin bulunması, enerjinin sakınımı ve dönüşümü yasası, hareket yasası ve Darwin’in “Evrim Kuramı”nın üzerine sayısız bilimsel, tekniksel gelişme yaşandı. Ancak bunların Engels’in “Doğanın diyalektiği”nde yaptığı gibi ezilen bilincine hangi oranda kazandırabildiğimiz konusu tartışmalıdır. Kapitalizm koşullarında doğanın, dünyamızın her geçen gün mahvedildiğim gerçekliğine ilgimizin yetersiz kaldığı görülmektedir.

Doğa çevreden, çevre doğadan etkilenmektedir. Bilindiği gibi dünyamızın oluşma süreçlerinde karasal yaşam oldukça uzun bir süre sonra başlamıştır. Güneş ışınlarının karasal yaşama elverişli hale gelmesi için atmosfer tabakalarının oluşumunun gelişmesi gerekti, aksi halde güneş ışınlarının zararlı ışınları nedeniyle karasal yaşam mümkün değildi.

Atmosfer tabakalarının oluşması ile sıcaklık arttı, güneşin zararlı mor ışıklarının etkisinin kırılması sonucu karasal yaşam mümkün hale geldi ve karasal yaşamla birlikte insan faaliyetlerinin doğa doğal olmayan etkileri gelişmeye başladı.

Toplumsallaşmanın gelişmesi, komün yaşamın inşası ev klonlaşma ile birlikte sınıflı toplumun oluşmasından itibaren yapılaşmaya başlayan merkezileşmenin etkisiyle komünal toplum değerlerinden uzaklaşılmasına paralel doğanın tahrip edilmesi sürecini açıklamak mümkündür. Tarımdan sanayiye üretimden kullanılan tüm malzeme, yöntem ve tekniklerde bu durum söz konusu olmuş, toplumsal artığı elde etmek için komünal değerlerden ne kadar uzaklaşılmışsa doğaya o kadar büyük zararlar verilmiştir. Bugün gelinen nokta ise ürkünçtür.

Toplumlar tarihinin bugüne kadar olan süreçlerinde doğanın tahribatında kapitalizmin çok büyük payı bulunmaktadır. Son 250-300 yılda doğada ancak binlerce yılda oluşan yerüstü ve yeraltı yaşam kaynaklarının önemli bir bölümü tüketildi, doğada yüzlerce, binlerce yıl kaybolmayacak zararlı bileşikler üretildi. Bunların hepsi bu süreçte yani sanayi sonrası, endüstrileşme ile meydana geldi. Kapitalizmin öncesi değerlerle sonrası arası değerler arasında çok boyutlu farklılıklar bulunmaktadır.

Küresel ısınmadan hava, kara, deniz biyolojisine kadar etkilenmeyen hiçbir şey bulunmamaktadır. Diğer toplumlarda olduğu gibi kapitalizmde de komünal yaşam, onun nüvelerini baskılayıp, kuşatıp kendi sistemine her şeyden önce kar, daha fazla kar, daha fazla büyüme anlayışına uygun yaşamı geliştirdiği oranda tablo sürekli ağırlaştı.

Patronların kasası dolsun, egemenlikleri güçlensin diye doğanın ve insanın her türlü mahvında hiçbir sınır tanınmadı, tanınmıyor. (maliyet hesapları hariç) Evet, komünal toplum değerleri korunup yaygınlaştırılabilseydi, şimdi farklı şeyler konuşuluyor olurdu. Ancak şimdi konuştuğumuz şey hayatın zehirlenmesini, doğanın ekosisteminin bozulması, emeğin yağmalanmasını nasıl durdururuz sorusuna doğru cevaplar üretmek ve bunları vakit kaybetmeden pratiğe dökmektir.

 

Sera Gazları, küresel ısınma ve KYOTO

Kapitalizmin doğa ve çevreye bakışını en iyi özetleyen Marks’ın “Kapitalizmin gölgesini kesemediği ağacı keser”dir diyebiliriz. Burada anlatılmak istenen kapitalizmin her şey kar olarak baktığını tek amacın  /hedefin bu olduğu, bunun için diğer her şeyin araç olarak görüldüğü, amaç için her aracın tereddütsüz gözden çıkarılıp kullanılacağıdır. Kar, büyüme güç demek, güç rekabet, hegemonya daha fazla güçtür. Burada artı değer, üretim-aşırı üretim-tüketim, büyüme ve birikim temel kavramlardır.

Kapitalizmin n-bu noktada yer altı ve yerüstü her şeyi ama her şeyi bir üretim girdisi olarak görür; doğal kaynaklardan toprağa, topraktan hava, emeğe ve bilgiye her şey bir üretim faktörüdür. Dikkat edilirse klasik burjuva iktisat kitaplarında da bunlar böyle öğretilir, yaşam kaynağı değil üretim kaynağı olarak zihinlere işlenip tüm toplumun doğadaki maddelere ve çevreye böyle bakması sağlanmaya çalışılır.

Tüm bu faktörlerin yaşamın değil de üretimin kaynağı olarak tanımlanması kapitalizmin özü ile ilgilidir. Kapitalist üretimde her türlü üretim faaliyetinin artı bir değerle sonuçlanması hedeflenir.

Sermayenin temel hareket kanunu böyledir. Böyle olduğunda üretim doğal bir toplumsal faaliyet olmaktan çıkıp yaşam karşıtı niteliğine bürünür. (tüm canlı yaşamının) Kapitalizmde üretim bu niteliktedir, sonucuna yani artı değere endekslidir. Artı değer patronun kazasına oradan da doğanın, çevrenin işçi ve emekçilerin karşısına dikilir! Bu açıdan üretimde artı değer elde edilip edilmediği patronun tek derdidir. Üretimde kullanılan maddeler doğayı, çevreyi kirletiyormuş, insanlara, hayvanlara zarar veriyormuş, üretilen ürün tehlikeli, sağlığı toplumsal sağlığı tehdit ediyormuş vs. bunların sermayedarlar açısından bir kıymet-i harbiyesinin olmadığı bugüne kadar yapılanlardan ve sonuçlarından rahatlıkla görülmektedir.

“Birleşmiş Milletler( BM) Küresel sürdürülebilirlik “ girişiminin  “2030 yılına doğru ilerlerken “ raporunda şu tespitler yapılıyor.

* 3 milyardan fazla insan yoksulluk ile yüz yüze

* Dünyanın mevcut kalkınma modeli sürdürülebilir değil

* Yok olan biyolojik çeşitlilik hızla artan sera gazları ve iklim değişikliği, ve azalan ve kirlenen su kaynakları gibi unsurlarla dünyada yaşamın devamı için gereken çevresel eşikler aşılmaya başlandı.

* Her yıl net 5.2 milyon hektar orman alanı yok oluyor ve dünya yüzeyindeki kayıplar alarm veriyor

* Ozon tabakasında oluşan deliği ancak elli yıl sonra 1980 yılı düzeyine getirerek tamir edeceğiz.

* Biyolojik çeşitlilik kaybı azalsa bile doğal kaynakların insanlara sunduğu hizmetlerde 2/3 oranında azalma var

* 1990-2009 yılları arasında küresel sera gazı emisyon % 38 oranında artmıştır.

* Dünya nüfusunun %20’si elektrik kullanamıyor, yenilenebilir enerji kaynaklarının oranı çok düşük

* 884 milyon kişi temiz su; 2.6 milyar kişi atık su hizmetlerine ulaşamıyor(1)

Tablo elbette bunlar sınırlı değil. Dünyada yaşamın devamını sağlayan çevresel etmenlerdeki azalma durumunu ortaya çıkaran birçok faktör bulunmaktadır, bunlardan en önemlilerinden biri sera etkisi yaratan gazların atmosfere salınımıdır. Atmosferdeki sera etkisinin tamamen doğal bir olduğu bilinmektedir, bu olay gerçekleşmese biyosfer oluşmaz, yeryüzünde canlı yaşamı gelişmezdi. Bu durum dünyanın 33 santigrat derece fazla sıcak olmasını sağlıyor.

Bu etki olmasa dünyanın sıcaklığı -20 santigrat derece olacaktı. Sera etkisi nedeniyle dünyanın ortalama sıcaklığının 14 santigrat derece olduğunu uzmanlar belirtiyor. Sorun burada değil elbette, güneş ışınlarının dünyaya ulaştığında ısıya dönüştüğü bilinir, bu ışınlar uzaya tekrar uzun dalgalı radyasyon olarak kızıl ötesi formunda gidiyor, bu kızıl ötesi radyasyonun bir kısmı sera gazları tarafından tutulup sera etkisi yaratacak yeryüzündeki yaşama uygun sıcaklığı oluşturuyor.

Bu durum doğal ekolojik süreçlerin sonucuyken kapitalist endüstrileşme ile birlikte sera gazlarının çok fazla üretilmesi durumu tersine, canlı yaşamını tehdit eder noktaya gelmesini sağlayarak doğal süreci bozuyor. Prof. Dr. Emrullah Güney “Çevrebilim Sözlüğü”nde konuyu şöyle açıklar. ‘Başta karbondioksit olmak üzere bazı atmosferik gazlar sera camının etkisini andıran bir etkiye sahiptir, ışığı geçirir, fakat sıcaklığı içeride tutar ve sıcaklık artışına neden olur.

Atmosfer ile yer arasındaki sıcaklık dengesi, sanayileşmedeki ve fosil yakıtlarının yanmasındaki artış atan kaynaklana atmosferik karbondioksit artışlarından etkilenir, bu ise atmosferdeki ortalama sıcaklığı yükseltir’

Atmosferdeki küresel sera etkisine neden olan gazların artışından söz edilirken esas ölçüt sanayi öncesi ve sonrasıdır. Fosil yakıtların (kömür, petrol, doğalgaz) kullanımından öte kapitalizmle birlikte oluşturulan toplumsal üretim-tüketim, paylaşım, dolaşım ve mülkiyet sisteminin burada sebep-sonuç sarmalında temel sebep olarak görülmesidir. Atmosferdeki sera etkisini arttıran gazlar artıyor çünkü aşırı üretim ve tüketime dayalı kontrolsüz bir şekilde emisyon gazları atmosfere salınıyor. Burada en büyük pay ulaşım, ısınma ve sanayi kaynaklıdır.

BM’ye göre atmosferde ki karbondioksit miktarının %80’i ulaşım, ısınma ve sanayiden geliyor. Kapitalizmin otomotiv uygarlığında her yıl araçlar için (küresel ısınmaya yol açan ) 1 trilyon 750 milyar litrelik akaryakıt kullanılıyor.(Bu rakam bir yıl içinde kullanılan şişe suyu miktarının iki katına denk geliyor.) (2) Toplu taşıma sistemlerini geliştirilmesi yerine otomotiv tekelleri daha çok zenginleşsin diye bireysel araç kullanımının sürekli empoze edilmesinin ‘küçük’ bir yansıması. Devamı var, egzoz gazlarının yol açtığı hava kirliliği insan ömrünü 4 yıl azaltıyor.

Sadece İstanbul’daki hava kirliliğinin yüzde 40’ı araç egzozlarından kaynaklanıyor. Egzozlardan karbonmonoksit, nitrojen oksit ve kurşun gibi kirleticiler yüksek oranda bulunuyor. Araçların yıllık karbon emisyon salgısı 3-4 milyon tonu buluyor.(3) AVM’lerin şehir içlerinde yarattığı araç yoğunluğu düşünülünce kent yaşamının nasıl kirlendiğini daha iyi anlamak mümkün.

Bu alanlardan atmosfere yılda 23 milyon ton karbondioksit yayılmakta olduğu belirtilmektedir. Uluslararası Enerji Ajansı’nın verilerine göre bu karbondioksit emisyonuna %24 ile nüfusu dünya nüfusunun % 4’ü olan ABD, % 13 ile nüfusu dünya nüfusunun % 20 olan Çin, 6.2 ile nüfusu dünya % 2.3 olan Rusya, % 5 ile Japonya, % 4.2 ile Hindistan, % 3.5 ile Almanya neden olmaktadır. İngiltere’nin katkısı % 3 iken Türkiye’nin katkısı % 0.9’dir. Kanada’nın 1980’den beri emisyonu % 20 artarken Türkiye 1990’dan beri atmosfere % 65 daha fazla karbondioksit salınımı gerçekleştirmektedir. (4)

Ayrıca Türkiye’de 1990’da atmosfere bırakılan karbondioksit oranı 170.2 milyon ton iken 2004’te 299.8 milyon tona yükseldiği belirtilmektedir. TÜİK’in verilerine göre 2020 yılında 615 milyon tona çıkması bekleniyor. OECD ülkeleri içinde en hızlı artışın olduğu ülke Türkiye, artış hızı yüksek olsa da Türkiye’nin sera gazı salımı OECD ve AB ülkelerinin gerisindedir.

Atmosferdeki ekolojik süreçlerin sonucu olmayan gaz emisyonlarının aşırı birikimi küresel ısınma durumunu oluşturmaktadır. Küresel ısınma tüm canlı yaşamını doğrudan etkileyen sonuçları getirmektedir. Deniz biyolojisinde oksijen azalmasına bağlı olarak canlı türleri değişiyor, yok oluyor, yağmurlar azalıyor, tarım alanları yok oluyor.

Sıcaklıklardaki oynamalar nedeniyle iklim yapıları bozuluyor, bir bölgede kutup soğukları görülürken bir bölgede daha önce pek görülmeyen iklim modelleri yaşanıyor; hortum, kasırga, tayfun, görülmeyen ani aşırı yağışlar ve seller vs. MB’ye göre iklim değişiklerinden kaynaklanan doğa felaketlerindeki artış oranı %90 gibi kaygı verici boyuttadır.

1906 yılından bu yana dünyanın ortalama sıcaklığı karbon birikimine bağlı sera etkisi nedeniyle 0.74 derece artmıştır. “Hiçbir önlem alınmadığı takdirde atmosferdeki karbondioksit düzeyi 2050 yılında endüstri öncesi dönemin iki katına çıkacak. Karbondioksit düzeylerinin iki katlanması dünyayı 1.4 ile 5.8 santigrat derece arasında ısıtacak ve insanlık tarihinde görülmüş en büyük ısı değişikliği olacak.

Sıcaklık ölçüm kayıtlarına göre tüm dünyada son 150 yıldaki 20 en sıcak yılın 19’u 1980’den sonra ve bunların 4’ü de son yedi yılda gerçekleşti. 2050 yılına gelindiğinde ortalama sıcaklık artışı 2 sangrat dereceyi geçerse 3 milyar insan susuzluk, 250 milyon insan da sıtma riski ile karşı karşıya kalacak. (5)

Küresel ısınmaya sebep olan gazlarının salınımın azaltılması konusunda 25-30 yıldır dünya kamuoyunun gündeminde 19. yüzyıl sonlarından beri konuya dikkat çekilmesine rağmen emisyon gazlarının yarattığı durum emperyalist ülkelerin gündemine neredeyse 100 yıl sonra girebilmiş, doğal olarak bunun gerekleri de şimdiye kadar da yapılmamıştır. Emisyon gazlarının salınımın engellenmesi ya da düşürülmesi emperyalist mali sermayeye ek maliyetler getireceği, karlarını düşüreceği için buna yanaşmamaktadırlar. Emisyon gazlarının %75’i ABD-AB ülkeleri, Kanada, Rusya, Japonya, Çin ve Hindistan’dan kaynaklanıyor olmasına rağmen azaltılmasına en çok direnenler de bu ülkeler oluyor. “KYOTO Protokolü” iklim değişikliğine neden olan sera gazları emisyonlarının azaltılması, çerçevesinde BM tarafından 1997’de kabul edilmişti.

Ancak ABD ve Rusya protokolü imzalamadığı için 18 Şubat 2005’e kadara sözleşme uluslararası geçerliliğe kavuşamamıştır. 2004’te Rusya protokolü imzalayınca sözleşme yürürlüğe girebildi. ABD tek başına atmosfere salınan sera gazının % 24’ünden sorumlu olmasına rağmen imzalamamış, daha sonraki tarihlerde imzalamak durumunda kalmıştı.

G8 ülkelerinin bu konudaki yaklaşımı küresel hegemonya mücadelesinin bir yansımasıdır. Petrol bağımlısı bu ülkelerin kontrolündeki Dünya Bankası enerji portföyünün %94’nü fosil yakıt projelerine, sadece % 6’sını yenilenebilir enerji kaynakları ile ilgili projelere ayırıyor. (6) 2030 yılında küresel enerji tüketimi içinde fosil yakıtlardan olan petrol tüketiminin % 38 olacağı, doğal gaz tüketiminin ise % 28’e yükseleceği belirtiliyor. Bu durum emperyalistlerin KYOTO’ya nasıl yaklaştığını göstermektedir.

KYOTO Protokolü atmosfere salınan emisyon gazlarının azaltılmasının hedeflese de pratikte durumun tersi şekilde geliştiğini görmekteyiz. Kapitalist emperyalizm koşullarında farklı bir sonucun doğması olanaksızdır, emisyon gazlarının azaltılması için kurulacak sistemlerinin getireceği maliyet yüklerinin sermayedarların kabul etmesi pek kolay değildir. Bu nedenle KYOTO protokolü Neo-liberal bir mantıkla kapitalizmin sürdürülebilirliğini sağlama çerçevesinde ele alındığından baştan ölü doğmuştur.

Kapitalizmin özel mülkiyet sistemi içerisinde kalarak gereken önlemlerin alınabilmesi hem hayaldir bunun böyle olduğu zaten ortadadır. Fosil olmayan enerji üretimi için geliştirilen sistemler yine çevresel etkileri olan sistemler olmaktan öteye gidemiyor. Hidroelektrik santralleri (HES) TERMİK (kömür), santraller, nükleer enerji santralleri çevreye, doğaya ayrıca zararlar verdi, felaketler getirdi, getiriyor.

Çernobil, Fukuşima faciaları akıllardadır. Ülkemizde Yatağan Termik Santrali’nin çevresindeki etkileri bilinmektedir. Diloavası’nda termik santral yoktur ama çevresindeki 170 sanayi kuruluşunun atıkları nedeniyle çok yüksek oranlarda endüstriyel kirlilik oluşmuş durumda. Dilovası’nda bakır, çinko, civa, krom, kurşun değerlerinin normalden 200 kat fazla olduğu belirtilmektedir. Bunların sonucunda Dilovası’nda akciğer ve mide kanserleri başta olmak üzere kanserlerin Türkiye ortalamasının 2.6 katı olduğunun altı çizilmektedir.

Bu açılardan KYOTO Protokolüne burjuvaziden ümidi kesmeyen reformistlerin dışında kimse tamah etmemektedir. Ayrıca protokolün hava kirletme hakkının satılmasının içermesi ne derece ciddiyet içerdiğini zaten gözler önüne sermektedir.

Küresel ısınmanın yarattığı ve yaratacağı sonuçlar oldukça önemlidir. Bunlar bir film senaryosu değil yaşanan ve yaşanacak olanları göstermektedir. BM çevre programı raporunda iklimin son 5 yüz bin yıl içinde olduğundan daha hızlı bir şekilde son 2 yüzyıl içinde değiştiği belirtilmektedir.

Bu değişim nedeniyle resmi rakamlara göre yaklaşık 2 milyon insan her yıl hava kirliliğinden dolayı yaşamını yitiriyor. Gerçekte ise bu sayı çok daha fazladır. Bazı sera gazlarının atmosferde 50 bin yıl kalabiliyor olduğuna dikkat çekiliyor, balık stoklarının % 30’u yok olmuş, 1987’den bu yana tatlı su canlılarının %50’si de öyle.

Amfibi hayvanlarının % 30’u, memelilerin % 23’ü, kuşların % 12’si yok olma tehlikesi altında. (7)  Dünya üzerindeki buzulların hacmi küresel ısınma nedeniyle 1960’tan beri 4 bin 200 km küp azalmış, gece ile gündüz arasındaki ısı farkı artıyor, kıtalar okyanuslardan daha fazla ışıyor, buzulların erimesine paralel deniz seviyesinin yükselmesi ve birçok adanın, kıyının sular altında kalma tehlikesi hiç uzak değil. Kuraklık çölleşme çarpık, plansız yapılaşma ve kontrolsüz değerli maden aramaları taş ocakları nedeniyle her yıl 5.2 hektar orman yok oluyor.

Doğa yasası gereği burada zincirleme bir etki olduğunu belirtelim; karbondioksit emilimini sağlayan alanlar yani yeşil zincir zarar gördükçe, tahrip edildikçe atmosfere daha fazla karbondioksit salınmış olacak. Çünkü atmosferdeki karbondioksitin önemli bir kısmını ağaçlar emmektedir.

Sera gazları artmaya devam eder, ormanların tahribatı sürerse bu yeşil zincirin çökmesi söz konusudur. Aynı şey buzullar içinde geçerli; buzulların erimesi, okyanusların ısınması, küresel ısınmanın sonucu olduğu kadar bu sürecin hızlandırıcısı olduğu da vurgulanmaktadır.

Yani sebepler sonuçlar birbirini beslemektedir.  Bu iyi bir durumdur çünkü esas sebep ortadan kaldırılırsa dünyamızın tüm yaşam kaynaklarının normal ekolojik dengesine gelebileceğini işaret etmektedir. Emperyalizmin KYOTO hikayesinin mücadelelerin gelişimini sekteye uğratmaktan başka bir işlevi yerine getirmediği iyice ortaya çıkmıştır.

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu