Kültür&Sanat

Göçe yazgı…

Bütün güzelliği ve dinginliğiyle insanı sarıp sarmalayan yaz sabahı, birden donuk bir fotoğraf karesinde anafora dönüşerek değişmeye başladı. Her değişen kare onu daha büyük bir kabusun içine sokuyordu. Değişip duran kareler, alevler içinde yanan bir evde takılı kaldı. Oradan oraya koşan, bir çıkış arayan, yardım çığlıkları atan çocuk, genç, yaşlı, kadın, erkek her yaştan insan siluetleri birer gölge gibi görünüp kayboluyordu. Gece, parçalanmış bir kadın bedenini ve duvarın dibine savrulmuş bir bebeğin son çığlığını yanına katıp yüzünü güne duruyordu. Şafak vakti gözlerini açtı. Toz ve ter içindeydi. Ağzındaki kuruluk yutkunmasına bile izin vermedi. Başındaki keskin ağrı, göğsündeki ağırlık ve yükselen ateşi ile patlamanın onu savurmasıyla sırt üstü düştüğü moloz yığınlarının arasında öylece yatıyordu. Henüz molozun kapatamadığı başının üstünde ışıl ışıl parlayan yıldızı görünce, dudaklarında naif bir gülümseme belirdi.

Yüzüne savrulup bir gözünü kapatmış olan uzun siyah saçlarını elleriyle gözlerinden çekmek istedi. Lakin kollarına söz geçiremedi; bütün vücudu büyük bir acıyla sarsıldı. Hakim olamadığı bir inlemenin yarım kalan yontusu mermi ve patlama sesleri arasında kayboldu. Tam, ne oldu neredeyim, diyecekti ki duyduğu bağırış ve küfürlerden, tedirgin ama öfkeli oldukları anlaşılan kalabalık bir grubun ona doğru gelen ayak seslerinden, sorusunun yanıtını hızlıca buldu. Gelenlerin onu görmeleri halinde neler olabileceğini çok iyi biliyordu. Silahı geldi aklına. Yoktu. Düştüğü yerden kalkıp uzaklaşmak istedi. Ama hareket edecek gücü kendinde bulamadı. Bir an sona geldiğini düşünse de, ona yaklaşanlar büyük bir şans eseri onu görmeden yanından geçip gittiler. O an, heyecandan nefesi kesilir gibi oldu. Uzaklaşıp sesleri duyulmaz olana kadar, bütün acısı ve bedenindeki güçsüzlüğe rağmen kalkıp oradan uzaklaşma çabasından vazgeçmedi. Ancak onların gittiğinden emin olduğunda dinginleşebildi. Acılarının hafifleyip ateşler içinde yanan bedeninde ılık bir yelin dolaştığını hissetti. İlk geldikleri günün aksine şafak garip bir huzurla doldu. Dudaklarına acı bir gülümseyiş ekleyerek ona bir bakış kadar yaklaşmış olan ölümü düşündü. Yokluğunda gece güne nasıl dönecekti, gün geceye nasıl? Neşe mi, sevinç mi, acı mı taşıyacaktı rüzgar hayata? Şehrin sokakları gri yalnızlığını tüketip yeniden çocuk sesleriyle ne zaman buluşacaktı? Benim hikayem, dediği ülkesini, anılarını, stranlarını*, masallarını, çocukluğunu, acı ve sevinçlerini, neşesi, kederi, varlığı ve yokluğuyla canı pahasına da olsa koruyabilecek miydi? Geride bıraktığı halkı, bu sancılı sokaklar, huzurlu bir güne uyanabilecek miydi bir daha? Daha ne kadar özgürlük tutkusuyla kül olup yeniden yaratmaları gerekecekti kendilerini Anka misali? Yanıtsız bıraktığı sorular zihninden peş peşe akıp gitti. Bütün bu sorular istediği yanıtlara ancak dövüşmekten ve düşmekten korkmayanların cesaretinde kavuşabilirdi.

Gün ağarmış, çatışma ve bomba sesleri şehrin sokaklarında yeniden yankılanır olmuştu. O, bu sesler altında kımıltısız yatarken göğsündeki ağırlık giderek derinleşen bir sancıya dönüşmüş, dayanılmaz bir hal almaya başlamıştı. Acıdan çığlık atmamak için dişlerini sıkıyor, bir yandan da ağzındaki yangına tezat giderek soğuyan vücudunun titremesini durdurmaya çalışıyordu. İradesinin sınırlarını zorlayarak saçlarını gözünden çekmeye mecal bulamadığı elini, sancının tam üstüne getirip bastırmayı başardı. Göğsünden aşağıya doğru sızıp duran sıvının akışı, yarasına bastırdığı eli aşıp bedenindeki varlığı azaltmaya devam ettikçe o daha bir güçsüzleşiyor, zihni yeniden bulanıklaşarak, beyninde dönüp duran karelerin anaforlarıyla cebelleşiyordu.

Bilinci yeniden onu ürkütücü bir ıssızlığın içine attı. Yapayalnızdı. Büyük bir tedirginlikle bakınırken, karşısındaki tepeden ona doğru gelen saçlarından yüzü tam seçilemeyen bir kız çocuğu belirdi. Elbiseleri yırtık ve kirli, saçları yapış yapış, ayakları çıplaktı. Çocuk, tepenin yamacındaki bir patikada durup gelmesi için ona işaret etti. O da çocuğun arkasından gitti. Çocuk yüksek bir tepeye geldi, o da çocuğun yanına gelince durdu. Çocuktan keskin bir duman kokusu yükseliyordu. Birbirlerinin yüzüne dahi bakmadan bir süre öylece karşı yamacı seyrettiler. Sonra çocuğa dönerek adını sordu. Yanıt alamadı. “Burası neresi?” dedi. Bakışları çocuğun parmağıyla gösterdiği vadideki alevler içindeki bir köyde buluşunca göz bebekleri büyüdü. Sert bir şekilde çocuğun kolundan tutup yönünü kendine çevirdi. Yüzündeki saçları ittiğinde, büyük bir şokla sendeleyerek çıktığı tepeden gerisin geri düşüp yuvarlandı.

Yanan köy kendi köyü, çocuksa kendisiydi. Yüzükoyun düştüğü yerden başını hafif kaldırdığında kendini altı yaşındayken yakılarak küle dönüştürülen köylerinde evlerinin önünde buldu. Kocaman bir el acımasızca saçlarından tutup onu ayağa dikti. Adamın önce postallarını sonra nefret dolu yüzünü gördü. Korkuyla ürperdi. Adam anlamadığı bir dilde öfkeyle bir şeyler söylüyordu. Biraz ileride yanan ambarların hemen önünde dağınık saçları, parçalanmış elbiseleri, yarı çıplak perişan bir halde gördüğü annesinin feryat dolu sesiyle, adamın saçlarını bırakıp onu annesine doğru fırlatması bir oldu. O korku ve dehşet içinde annesine sarılıp gözyaşlarına boğulurken, ahırlarında diri diri yanan hayvanlardan yayılan koku, insanın iliklerini donduran sesleri, babası ve abisinin kan içindeki cansız bedenleri, attığı çığlıklarla birleşti. Korku zincirini ilk kez kırdığı o an, eğer annesi onu tutmasaydı öfke ve nefretle üstlerine atılacağı cellatların namlularından çıkan mermilerin onu da bulması işten bile değildi.

Köyünün yakılmasıyla küle dönüşen, paramparça edilen bir ruhla yaşamaya hüküm giydirildiği o gün, daha altı yaşındaydı. Canlarını kurtaranlar, kadın, erkek, kim kaldıysa köy meydanında toplanıp önce sıra dayağından geçirildiler. Daha sonra devletin büyüklüğünden, isterse hepsini bir böcek gibi ezip geçeceklerinden bahsedip itaat etmelerini, pişmanlık getirmelerini istediler. Köyden gideceklerdi. Geri geldiklerinde bir kişiyi bile bulurlarsa neler yapacaklarını ağza alınmayacak küfürlerle zenginleştirerek anlattılar. Onlar gidince, korkudan donan yürekler çözüldü. Gözyaşlarının önündeki set yıkıldı. Ağıtlar, feryat figan eşliğinde ölüler akşamın karanlığında ancak toprakla buluşturulabildi.

Gecenin ayazında, aç ve bitap bir şekilde ruhlarının yarısını sürüldükleri topraklarda bırakarak yola düşenlerin görüntüsü, iç parçalayıcıydı. İki günlük yolculuğun ardından, ilçedeki akrabalarının yanına sığındıklarında, yolculuk boyunca annesine sorduğu tek sorunun yanıtı, aklında bir soru işareti olarak kalan “Göçüyoruz,” oldu. Bunu bir daha asla istemese de, göçe yazgılı bir halkın çocuğu olarak büyüyeceğini, bu yazgıdan pay alacağını bilmiyordu.

Gözlerini yeniden araladığında, yüzünü yakan gözyaşlarını, güçsüz hıçkırıklarını, her okuduğunda yüzünde hüzünle karışık ince bir tebessüm bırakan, onu tarihin kıvrımlarında yolculuğa çıkaran Murathan Mungan’ın, dilinden düşürmediği ‘Karanfil’ şiirinden birkaç dizenin sayıklamaları izledi. Yeni bir göç, artık yeniden gelip dayatmıştı kendini.

Altı yaşında saçlarından tutarak onu ayağa diken ellerin vahşiliğindeki iki elin, onun cansız bedenini düştüğü yerden sürükleyerek çıkardığını hiç görmedi. Narin bedenine inen tekmelerden, dipçik darbeleriyle kırılan kemiklerinden, ölü bedenine sıkılan onlarca kurşundan da hiç haberi olmadı. Üstündeki elbiseleri parçalarcasına çıkarılarak, çıplak bedeni bağlandığı bir aracın arkasında şehrin sokaklarında sürüklenerek teşhir edilirken, bedeninin dokunduğu her taş parçası; bir isyan, tarihe düşülen bir nottu.

 

* Türkü

 

(Bir Partizan)

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu