MakalelerPusula

Her Şey “İştiğakıyun” İçin-3

Düşman sessizliğe anlam vermeye çalışıyordu. Kendilerine karşılık veren silah yoktu. Artık devreye Kobra helikopterleri girebilirdi. Zira gerillalardan birinin pusu alanından çıkmış olma ihtimalini düşünüyorlardı. Korkudan yaklaşmak yerine tekniğe başvurarak bu ihtimali yok etmek istiyorlardı: hedefleri, tümden imhaydı… Birbirinin savunması olarak iki Kobra helikopteri birkaç saat sonra, gece yarısı İnsansız Hava Aracı desteğiyle gelmişti alana. Onlar işlerini görürken, İHA arazide olası insan hareketliliğini keşfedip merkezden Kobralara koordinatlarını verecekti. Böylece kaçan bir gerilla varsa, imha olacaktı. Kobralar boğaz başta olmak üzere vadinin iç taraflarında düşmanın tehlike olarak gördüğü bütün yerleri A4 mermisi ve sahip olduğu tüm roket çeşitleriyle vurdu. Mercan vadisi, fazlasıyla tanıktır bu korkakça güç gösterisine. Ama geri çekilmek zorunda kalan yine düşman oldu. Gece saat ikiyi biraz geçen dakikalarda Kobralar midelerinde ne varsa kusmuşlardı ve hiçbir şey elde edemeden alanı İHA’ya terk etmişlerdi. İHA da iki buçukta bölgeyi terk etti. Şimdi sıra, pusuya yatan güçteydi.

Önlerini tarayarak ilerliyorlardı. Ancak gerillalara yakınlaşmalarına rağmen karşılık göremeyince daha da rahat davrandılar. Ay ışığı önlerini görmeye de kolaylık sağlıyordu. Önce Sefkan yoldaşa ulaştılar. Sefkan, vücudunu tam olarak kontrol edemiyordu ancak bilinci yerindeydi. Açık gözlerle ve keskin bakışlarıyla düşmanını izlediğini gören subay irkildi ve ateş edip etmemede tereddüt etti. Sefkan yoldaşın gözlerinde hiç taviz yoktu. Gücü yetse düşmanının suratına tükürecekti. Subay onu vurmaktan vazgeçti. Düşman unsurlarından biri onun sağlık malzemesine tekmeyi vurdu.

“Bunu boş verin, silahını alın yeter. Diğerlerine bakın!” dedi subay.

Yaklaşık on beş-yirmi metre ilerlediler ve iki metre arayla kan gölü içinde yatan iki gerillayı gördüler. “Bunlar ölmüş” dedi kontralardan biri. Subay hemen telsizine sarıldı ve gereken bilgileri verdikten sonra tekrar Sefkan yoldaşın yanına döndü. Sefkan aynı kararlı ve iddialı bakışlarıyla izliyordu düşmanını ama belli ki bünyesini zorlamıştı. Sanki bir şeyler yapmak istiyor gibiydi. Ama yanında ne bir silah, ne de başka bir şey vardı. Üzerinde taşıdığı tek silah, devrimci iradesiydi. Subay onun yaralarına dokundu. Sefkan irkildi ama ses çıkarmadı.

“Yaran ağır…” dedi subay.

Ses yok…

“Sana yardımcı olalım mı?”

Ses yok…

“Korkuyor musun?”

Ses yok…

“Sakin ol, korkma. Bak seni kurtarabiliriz. İster misin?”

Ses yok…

“Bunun için bizimle konuşacaksın. Yaşamak istiyorsan anlaşmalıyız, yoksa ölürsün. Hıııım? Adın ne senin?”

Ses yok, karşılık yok, subayın konuşmasından sonra ortalık adeta sessizliğe gömülüyordu… “Konuşsana ulan!” diye bağırdı subay. Bunun üzerine Sefkan’ın ağzının oynadığını gördü ama bir şey algılamadı. Kulağını ağzına doğru yaklaştırmak istedi ve hafif eğildi. Bütün gücünü biriktiren Sefkan, bir bomba fırlatırcasına subayın suratına tükürdü. Neye uğradığını şaşıran subay büyük bir darbe yemiş birinin rövanşa hazırlık hırsıyla ayağa fırlayarak önce bir iki adım geri gitti. Sağ koluyla suratını sildi ve hasmına yürüdü:

“Ulan o… çocuğu! Yüzüme tükürürsün hıınn!”

Var gücüyle Sefkan’ı tekmeledi ta ki yanındaki onu omuzlarından kavrayana kadar:

“Sakin olun… Sakin olun komutanım. Bu ibne zaten elimizde, bize lazım olabilir…”

Bu son sözler subayı rahatlatmıştı. Birkaç derin nefes aldıktan sonra yeniden Sefkan’ın yanına yaklaştı ve bir şey hatırladı:

“Ulan o kadar dövdük anasını s… ses çıkarmadı hiç gördünüz mü? İbne dilini yuttu desem, can acısı dil tanımaz ki…” ve yeniden ona doğru eğildi. Sefkan’ın yaralarına artık büyük bir kinle daha güçlü basıyordu “bir şey hissetmiyon mu lan? Hıııı?”

Sefkan ses çıkarmamak için güçlü bir irade sergiliyordu. Sessizliği düşmana karşı etkili bir silah olarak işlev görüyordu ama dahası, bu önderinden öğrendiğiydi…

Saat neredeyse dörde geliyordu artık. Sefkan daha çok kan kaybetmiş olsa da subay istediği sonucu alamıyordu bir türlü. Bu defa, hem yaralarına basıyor, hem de onu düşürmek umuduyla sorular soruyordu:

“Söyle! Hıım! Bizimle anlaşacan mı lan?”

Sefkan’ın sessizliği subayda daha büyük bir hırsı koşulluyordu. Bu hırs gücünü yenilgi korkusundan alıyordu ve her işkenceci gibi, subay da yenilmekten korkuyordu. Artık ayağa kalkmış, silahının ucuyla Sefkan’ın ağır yaralarına basıyordu. Sefkan yoldaş tek başına milyonlarca ezilenin iradesini temsil ettiğini biliyordu. Karşıdaki cellatlar ise bir avuç sömürücüyü temsil ediyorlardı. Hiçbir güç Sefkan’ın iradesindekinden daha kuvvetli olamazdı. Bu kuvvete ihanet etmek aklına bile gelmiyordu. Onun tek çabası, sonuna kadar düşmanına zarar vermekti ve şu an, düşmanına en büyük psikolojik şiddeti uyguluyordu. Ama yaralarına uygulanan basınç artık ona dayanılmaz bir acı hissettiriyordu. Patladı, patlayacaktı…

Subayın barbarlığı karşısında aniden var gücüyle bağırma ihtiyacını hissetti. Bu çığlık boğazdan yankılanarak çevre köylere kadar ulaşmıştı. Subayın ümitlendiğinin aksine bu teslimiyetin değil, kararlılığın ve azmin çığlığıydı. Sefkan yoldaş bu çığlık sayesinde düşmana yeniden meydan okumanın gücüne erişmiş, takatsiz hali biraz da olsa toparlanmıştı. Gözlerindeki kararlı ve keskin bakışlarından kaybedeceğini anlamıştı subay. Sefkan onlar için teslim alınamaz bir iradeydi. Bu iradeyi yok etmenin bir tek yolu vardı subayın gözünde. Yenik düşmüş bir celladın acizliğiyle kleşine sarıldı ve namluyu doğrulttu. Sefkan zaferi kazanmış olmanın coşkusuyla slogan atmak istedi.

“Yaşa…..”

Düşman buna bile tahammül edememişti… Son kleş sesleri de böyle inletmişti Mercan’ı… Artık 22 Ekim şafağı söktü, sökecekti…     

***

Yeni doğan güneş, toprağa serpilen yeni tohumların yeşermesi içindi. Bu tohumlar ki, Dersim’de kök verecek ve Kaçkarlara, Gümüşhane’ye ve Toroslara dal budak salacak. Şimdi Mercan’a dikilen bayrağı daha ileriye taşımak için Artvin’den ve Ankara’dan, Kelkit’ten ve Erzincan’dan, Kayseri, Niğde, Mersin’den ve Türkiye ve T. Kürdistanı’nın diğer illerinden özgürlük mücadelesine akıp daha çok Sefkan, daha çok Yurdal, daha çok Ünallaşma zamanıdır. Devrimin üç kızıl oku yayından fırlamış, inandıkları yolda ilerlemiş, hiçbir anda halkına ihanet etmeden 21 Ekim’i teslim almaya çalışan gecenin kalbine saplanmayı başarmışlardı. Tıpkı on sekiz yıl önce aynı tarihte şehit düşen Özgür Kemal Karabulut gibi; tıpkı savaştıkları yerden kısa bir mesafe geride on beş yıl önce şehit düşen Yusuf Ayata ve altı yoldaş gibi…

Onlar Komünist Partinin sıra neferleri, Halk Ordusunun ölümsüzleri olarak tarihe kanlarıyla silinmez bir not düştüler. Halk, bu notu kurtuluş yolunun haritası olarak belleyecek ve mutsuzluk, kölelik, zulüm ve ölüm üretmekten başka bir işlevi olmayan bu devleti, kendi özgür iktidarını kurmak üzere paramparça edecektir. Bu yolda atılan her adımda bir de Sefkan’ın, Yurdal’ın ve Ünal’ın izleri vardı, vardır ve kurtuluşa dek olacak. Onlar kulakta sesi dinmez bir ant olarak durmaktadırlar. Onları yaşatmak, bu andı içerek yüreğe karışmasına izin vermektir: savaşmaktır devrim için, sosyalizm için ve elbette: “iştiğakyun” için… (Bitti)

(Dersim’den bir Partizan)

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu