Makaleler

Krizleri hangi sınıflar fırsata çevirecek?

Hem Türkiye’de hem de dünyada kapitalist emperyalist sistemin ekonomik ve politik krizleri birbirini besler şekilde büyümeye devam ediyor. Krizler büyüdükçe, “demokrasi” sosuna bulanmış kapitalist devlet rejimlerinin, sadece sermayedar azınlığın çıkarlarını koruduğu daha net ortaya çıkıyor. Krizler her zaman için mevcut durumun tüm gerçekliğinin en çıplak haliyle ortaya çıktığı ve yeni seçeneklerin de daha görünür olduğu tarihi anlardır. Her krizin aynı zamanda komünist devrimciler için de fırsat olabilmesi bu özelliklerden dolayıdır.

Türkiye’nin 1989’daki sermaye hareketlerinin serbestleşmesi adımlarıyla birlikte neo-liberal politikalara eklemlenme sözü sonucu üye olduğu çeşitli kredi derecelendirme kuruluşlarından sonra Dünya Bankası da büyüme tahminlerini düşürdü. Aynı dönemde gizli faiz artırım metotlarıyla dudak uçuklatan Merkez Bankası’nın başkanı 2017 enflasyon tahminini revize ederek yükselttiklerini açıkladı. Böylece enflasyonun çift haneli rakamlara ulaşacağı kesinleşmiş oldu. Döviz, faiz ve enflasyon üçlüsünün baskısı altında artan işsizlik oranlarını da eklediğimizde kapitalizmin engellenemeyen ekonomik kriz döngüsüne girdiği belirlemesini rahatlıkla yapabiliriz. Fakat yanılmamak lazım elbette! Çünkü, egemen sınıflar “ezilen sınıfları sömürmenin bir aracı” (Lenin) olan devlet eliyle bu krizler sürecini kendi lehine kullanmaya çalışır. Kriz süreçleri, kendi koydukları yasaların da en az uygulandığı, öldürücü bir rekabetin ortaya çıktığı, halkı sömürmenin yeni mekanizmalarının yaratıldığı dönemlerdir. Bu dönemler aynı zamanda egemenlerin milliyetçilik, vatanperverlik, dincilik söylemlerine en çok sarılıp halkları birbirine düşman etmek istedikleri zamanlardır.

Kriz süreçlerinin fırsata çevrilmesinin örneklerine son zamanlarda sıklıkla rastlıyoruz. 23 Ocak’ta açıklanan kanun hükmünde kararnamelerde görüldüğü gibi OHAL süreci açıktan devletin tekellere sermaye akıtması için işe yarıyor. KHK ile yapılan döviz kuru sabitlemesinin açık anlamı, özel şirketlerin 300 milyar Dolar civarında olan borcunun devlet tarafından halktan alınan vergilerle ödenmesidir. Hatırlanacağı üzere, 1990’larda KİT’ler tasfiye edilmek istendiğinde yüksek borçları bahane edilmişti. Özel işletmeler ile daha verimli kullanılacakları ve artık halkın vergisinin hizmetler için kullanılacağı propagandası yapılarak çeşitli sermaye gruplarına peşkeş çekilmişlerdi.

Gelinen noktada bu sefer “özel borçların” üstlenilmesi söz konusu. Bunların yanısıra T. Kürdistanı’nın yakılıp yıkılmasıyla dalga geçer gibi “cazibe merkezleri” adı altında sermaye gruplarına yeni talan alanları açılmakta, vergi affı uygulamasıyla sermayedarların vergi ödemeleri istisna hale getirilmekte, istihdam edilen işçi ücretlerinin dahi işsizlik fonundan ödenmesi uygulamaları söz konusu olmaktadır. Bunun karşısında emekçilerin en ufak bir hak arama eylemine azgınca saldırılmakta, grevler “erteleme” adı altında yasaklanmakta, asgari ücrete komik zamlar yapılmaktadır.

Tüm bunların tek bir anlamı olabilir, kapitalist sistem varoldukça ister “kamu” isterse “özel” adı altında olsun, artı-değer sömürüsünün çok farklı şekillerde emekçinin terinin-kanının son damlasına kadar sömürüldüğüdür. İşyerlerinde ucuz işgücü olarak sağlıksız, iş güvencesinden yoksun yerlerde çalıştırılmaları yetmezmiş gibi aldıkları üç-beş kuruşa da aşırı vergilendirmeler yoluyla el konularak tekrar tekellere-sermayedarlara akıtılmaktadır. Yani isyan bayrağı çekilmediği müddetçe kaybeden hep emekçi, onun sırtından doyan-kazanan burjuvazi olmaktadır.

Kriz süreçlerinde en çıplak ortaya çıkan olgulardan biri de tüm aksi söylemlere rağmen sermayenin dininin, dilinin, milliyetinin olmayışıdır. Bunun son örneği de futbol sektöründe görülmüştür. Süper Lig takımlarının başkan ve temsilcilerinden oluşan Süper Lig Kulüpler Birliği Vakfı’nın Erdoğan ailesinin dostu olan, aynı zamanda da Başakşehir Spor Kulübü başkanı olan Göksel Gümüşdağ naklen yayın ihalesini 5 yıllığına kiraladığı Katarlı şirket BeIN’in zarar görmemesi için Dolar kurunu 3.26’ya sabitlediklerini açıkladı. Oysa anlaşma 2017 Haziran’ında yürürlüğe girecek. Her koşulda erken bir açıklama olmasının yanısıra Katarlı şirketin yine her biri şirketleşmiş olan “Türk” Süper Lig takımlarının aleyhine olacak şekilde yüz milyonlarca Dolar kazanacağı hesaplanıyor. Yani “bağlılık” milliyete değil sermayenin kaynağına olmaktadır. Bunun Erdoğan’ın bilgisi dışında yapılamayacağı açıkken milliyetçiliğin/dinciliğin ve kutsallık halesiyle öne çıkarılan her şeyin onların ağzında sadece bir sakız olduğu açıktır.

 

Burjuva demokrasisi yoksullar için bir tuzak!

Ekonomik-politik krizin tüm dünyada etkisini gösterdiğini yazının başında belirtmiştik. Yolsuzluk, rüşvet, vergi kaçaklığı, kara para aklama haberleri artık devlet ve parti başkanlarına dair rutin haberler olarak basında yer almaktadır.

Brezilya’da Dilma Roussef’i yolsuzluk iddiasıyla iktidardan eden kişinin ABD istihbaratı için muhbirlik yapan, lakabı bile entrikacı olan Temer olması “küçük” bir örnek. Demokrasinin merkezi olan Fransa’da cumhuriyetçilerin adayı eski başbakan François Fillon’un eşini ve çocuklarını devlette sahte işlerde çalışır gösterip maaş aldırması skandalı daha yeni patlamışken aşırı sağcı Ulusal Cephe (FN) lideri Le Pen’in de asistan ve danışmanlarının parasını sahtekarlıkla karşıladığı ortaya çıktı. Sarkozy halen seçim kampanyasındaki yolsuzluktan dolayı “yargılanmakta”yken İngiltere eski başbakanı David Cameron’un vergi kaçırdığı biliniyor. ABD’de tekel sahibi “tüccar” Trump başa gelmekte, devleti kâr-zarar ikilemiyle hareket edecek bir şirket gibi gördüğünü göstermekten kaçınmamaktadır. Kapitalist devletlerin ve beraberlerinde geliştirilen “demokrasi” mitinin çöküşünün yansımaları halkların tepkilerinde de açığa çıkmaktadır.

Harvard ve Melbourne Üniversitesinden araştırmalar dünya genelinde çeşitli yaş grupları içinde “demokraside yaşamanın önemi” üzerine çalışma yapıyorlar. Özellikle 1980 ve sonrası doğumluların parlamentolara, mahkemelere, siyasi kurumlara olan güvenlerinin hızla gerilediği ortaya çıkıyor. İsveç’te 1950 doğumluların “demokraside yaşamı önemli görenlerin” oranı % 85 iken 1980’lilerde bu oran % 60’lara geriliyor. Bu oranlar aynı sırayla Avusturalya’da % 72’den % 37.5’e; ABD’de % 55’ten % 30’a ve İngiltere’de % 62’den % 30’a düşüyor. Aynı araştırmanın sonuçlarına göre genç insanlar askeri yönetime “demokratik” yönetime göre daha açıklar. (21.01.2017, Cumhuriyet, Özlem Yüzak)

Yani kapitalist sistemin demokrasi aldatmacası ve “tüm halkın devleti” kandırmacası hızlı bir şekilde çökmektedir. Halklar, genel anlamda kendilerinin temsil edilip çıkarlarının korunmadığını, devletin tüm imkanlarının belli sermaye gruplarınca kullanıldığını daha net görüyorlar. Burjuva demokrasisinin “her zaman dar, sınırlı, sahte, ikiyüzlü, zenginler için cennet, sömürülenler, yoksullar için bir tuzak bir aldatmaca” (Lenin) olduğu açıkça ortaya çıkmıştır.

Burjuva demokrasisinin bu çöküşü 20. yüzyılın farklı dönemlerinde görüldüğü gibi sol ve sağ seçenekleri birlikte yükseltmektedir. ABD’de Demokrat Parti adayı Benny Sanders’in özellikle gençler arasında uyandırdığı yoğun ilgi, İngiltere İşçi Partisi’nin başına sol kanattan Jeremy Corby’nin seçilişi Fransa’da sosyalist partinin başkan adaylığına yine sol kanattan Benoit Hamon’un seçilişi ile bunların karşısında Trump’un, Le Pen’in ve Avrupa’nın faşist partilerinin yükselişi buna örnektir. Kitleler devrimci sosyalizm seçeneğine yöneltilmedikçe ya reformist solun ya da faşist partilerin ardından gideceklerdir. Kapitalist sistemin temel resimlerinden olan “liberal demokrasi”nin bu çöküşü yaşanan ekonomik krizin sonucudur. Sistem kendisi için “normal” olan koşullara, halka sefalet koşullarını dayatarak ulaşmaya çalışacaktır. Bunun karşısında kapitalist sistemi ve onun yalan demokrasisini çöpe atacak devrimci sosyalist seçeneğin yükseltilmesi dışında bir seçenek yoktur.

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu