GüncelMakaleler

Liyakatten Bezirganlığa… Yeni Türkiye A.Ş!

Sistemin geçirdiği liyakatten bezirganlığa yönelen dönüşüm, önümüzdeki dönemde devlet idaresinin egemen burjuvazinin salyalı dişleri arasına bırakıldığı bir döneme kapı aralamaktadır. Açıklanan isimler, Erdoğan’ın “özel şirket gibi yönetilen bir devlet” hayallerinin gelinen aşamada bir Türkiye A.Ş kurma çabasının görüngüsü haline geldiğini göstermektedir

Beklenenin çok da ötesinde sonuçlanmayan 24 Haziran seçimler süreci, AKP’nin ve onunla siyasal temsiliyetini bulan egemen sınıfların indi-çıktılarla ilerleyen politik seyrinde, kuşkusuz bir dönüm noktası olarak ve geride ağır sonuçlar bırakarak tarihe havale olmuş haldedir.

Gelinen aşamada, öncesi ve sonrası ile 24 Haziran seçimleri, “Türk tipi başkanlık” vb günden güne merkezileşme görüngüleri son kertede sistemin tıkanıklığına delalettir. AKP açısından aktüel durum, düzenin çatırtı sesleri arşa direk direk uzandığı, yönetilemezliğin Ankara’daki sultanın saray kapısına ve beynine kazındığı bir döneme işaret etmektedir.

Bu belirleme kimilerine abartılı gelebilir, lakin belirtmeden geçmeyelim ki, ezilenlerin alttan baskısı ve devrimci bir itki ile oluşmasa da Türk egemen sınıfları açısından önümüzdeki dönem, küresel emperyalist sistemin 2000’li yılların başlarından beri biriktirdiği krizin, son 20 yılda, sadece Ortadoğu ile sınırlandırılamayacak boyutlardaki toplumsal yarılmanın ve yerelde AKP’nin 16 yılda ürettiği ekonomik yıkımın uç verdiği bir dönem olacaktır.

Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından açıklanan yeni sistemin, tam da bu kriz girdabında ayakta kalmanın egemenler cephesinden bir aracı olacağı rahatlıkla söylenebilir. Bunun en net örneğini bugün, Erdoğan tarafından açıklanan yeni Bakanlar Kurulu göstermektedir. Ciddi boyutlarda tartışma götürür bir olay olarak açıklanan yeni kabine, birleştirilen bakanlıklardan tutalım da, bakan tercihlerine kadar, yeni sistemin kodlarını vermek açısından manidardır.

Nitekim, daha 2015 yılında Erdoğan tarafından zikredilen şu cümleler, “Türk tipi başkanlık”ın  tanımı olarak Erdoğan’ın muradını aktarmaktadır:  “Yeni Türkiye, Sivil Toplum Örgütleri’nin, işadamlarının, sizlerin ellerinde yükselecektir. (…) Sizler bir işadamı gibi bu ülkenin yönetilmesini istemez misiniz? Benim derdim ne biliyor musunuz? Bir anonim şirket nasıl yönetiliyorsa, Türkiye de öyle yönetilmelidir. Yoksa bileklerine bağlıyorlar prangayı, yürü yürüyebilirsen. Bu ülke bu şekilde sıçramaz.

Erdoğan’ın fütursuzca dillendirdiği olgu, yeni sistemin mimarları olarak tariflediği ve tek adam rejiminin icracıları olarak açıkladığı isimlerle kendisini su yüzüne çıkarttı. Eski kabineden 4 bakan yer alırken, yeni kabinenin en dikkat çeken isimleri, eski Genel Kurmay Başkanı Hulusi Akar’ın Milli Savunma Bakanı olarak atanması, Erdoğan’ın damadı ve eski Enerji Bakanı Berak Albayrak’ın Hazine ve Maliye Bakanı olarak atanması ve HDP’ye yönelik tehditleri ile gündeme gelen eski bakan Süleyman Soylu’nun İçişleri Bakanı olarak devam etmesi oldu.

Ek olarak yeni kabinede dikkat çekici isimler olarak Sağlık Bakanı olarak Medipol Üniversitesi’nin mütevelli Heyeti ve Yönetim Kurulu Başkanı Fahrettin Koca, Kültür ve Turizm Bakanı olarak ETS Turizm Yönetim Kurulu Başkanı Mehmet Ersoy, Milli Eğitim Bakanı olarak TED Üniversitesi Mütevelli Heyeti Başkan Vekili ve Maya özel okulları sahibi Ziya Selçuk, Ulaştırma ve Altyapı Bakanı olarak eski Karayolları Genel Müdürü Mehmet Cahit Turan ve Çevre ve Şehircilik Bakanı olarak eski TOKİ Başkanı Murat Kurum atandı.

Yazının ilerleyen bölümlerinde daha kapsamlı olarak değerlendireceğimiz yeni kabine, sadece zikredilen isimlerle bile temel niteliğini ortaya koymuş haldedir. Yürütmenin patronlara teslim edildiği, kendi sektörlerinde ciddi piyasa hakimiyeti kuran yapıların patronlarının eline kamu kaynaklarını sınırsızca sömürme yetkisinin bırakıldığı bu sistem “ Türk tipi başkanlık” tanımının nasıl bir bezirgan sultası olduğunu, Erdoğan’ın ideolojik dayanak aldığı Osmanlı’nın sözü olan “devlette liyakat esastır” yaklaşımının yerini ise “diktatöre biat esastır” mantığının aldığını da gözler önüne sermiştir.

AKP’nin Kurumsal Sacayakları

Yeni Kabineye ve tariflenen sistemin önümüzdeki dönemine dair bir irdelemeye girmeden evvel, AKP’nin dününe ve hareket dinamiklere kısaca değinelim.

Devlet aygıtına egemenlik bakımından üst düzey bir kurumsallaşmayı, özellikle geçmiş yol arkadaşları ile giriştiği mücadeleyle daha da sağlamlaştıran AKP’nin ve Erdoğan’ın 16 yıllık iktidar dönemi temelde birkaç başlıkta özetlenebilecek saikler üzerinden yürümektedir.

İlk olarak AKP’nin dayandığı zemin ve adındaki “Kalkınma” ifadesinin de meali; emperyalistlerle uyum içerisinde yeni bir komprador sınıfın palazlandırılmasıdır. Bu sınıflar, esas itibari ile TC’nin kuruluş yıllarından itibaren her dönemde vardır, ancak AKP ile bu boyutlarda bir hacme ulaşmıştır.

Kaypakkaya yoldaşın eserinde de hacimli biçimde tartışıldığı üzere, Türkiye’de egemen sınıfların kendi arasındaki mücadele, emperyalistlere yarı-sömürge yapısı içerisinde bazen bir kampın, bazen ise diğer kampın önü çıktığı bir seyirdedir. Bu minvalde, tarihsel olarak tek parti dönemi boyunca siyasal alanda Kemalistlerin palazlandırdığı egemen burjuva-feodal yapı ile TC’nin kuruluş yıllarında katledilen Ermeni ve Rumların mallarına konarak orta burjuvaziden kopup zenginleşen ve siyasal alanda tek partili dönemde CHP içerisinde; çok partili devirde de DP ile temsiliyet bulan diğer kesim burjuva ve feodallerin çekişmesi, bu hattı belirlemektedir.

AKP tarih sahnesine çıktığı dönemde, önceli olan Erbakancı geleneğin “millileşme” söylemini, bu egemenler arası klik mücadelesinde bir manivela olarak kullanmış, “kalkınmacılık” terennümü öz itibari ile yeşil sermaye diye tariflenen bir burjuva kampın pazar hakimiyetini ele geçirmesini sağlamıştır.

MÜSİAD’ın 2002-2008 yılları arasında ihracat payını ikiye katlaması, 2007 ve 2009 yıllarındaki büyüme rakamları gibi veriler bu çerçeveyi özetlerken bugün Irak’tan Türkmenistan’a, Gürcistan’dan Rusya’ya kadar birçok yerde faal olan Türk İnşaat firmaları bu gerçeğe örnek teşkil etmektedir.

Bu nokta önemli bir temele işaret etmektedir, zira yazının ilerleyen bölümlerinde de değineceğimiz şekli ile Erdoğan’ın “faizleri düşüreceğiz” yönlü yaklaşımının klasik İslamcılıktan ziyade dayanak yaptığı sınıflardan kaynaklanan gerekçeleri vardır ve yeni Kabinenin bakan tercihleri bu noktada manidardır.

AKP’nin 16 yıllık iktidarının üzerinde yürüdüğü diğer hattı ise milliyetçilik ve din olgusu oluşturmaktadır. Yaşadığımız coğrafyanın sosyal ve ideolojik dokusunu temelden belirleyen bir olgu olarak dinin ve egemen sınıfların çeşitli araçlarla kitleler içerisinde pompaladığı milliyetçiliğin,  AKP’nin kitleler içerisinde var olmasında ve 16 yıldır girdiği hiçbir seçimde %40’ın altına inmemesinde etkisi büyüktür.

Bu saikler sadece bir nitelik tanımlamasının ötesinde, onun kendisini kitleler içerisinde var etme, bünyesini ete kemiğe büründürme ve pratik hattını teşkil etmesi bakımından dikkat çekicidir.

Burada derdimiz, İslam’daki pratik bozulmaya yahut milliyetçilikle birleşerek kitlelerde yarattığı uyuşturucu etkiye eleştiri düzmek değildir. İki ideoloji de, geçmiş yüzyılların kalıntıları olarak vardır ve emperyalist-kapitalist küresel düzende ancak sınırlı aralıklarda iş tutabilmektedir.

Gel gelelim, bahse konu tablonun açığa çıkardığı devlet ve toplum modeli, önümüzdeki dönemi tariflemek açısından ciddi bir altyapı sunmaktadır.

Yeni Kabine’nin bezirganları…

Yeni Bakanlar Kurulunun ilanı ve devamında yayınlanan Cumhurbaşkanlığı kararnameleri, “Türk tipi başkanlık” diye tariflenen sistemin temel niteliğini deşifre etmek açısından ciddi enformasyon sunmaktadır.

Açıklanan isimlere geçmeden evvel ilk olarak değiştirilen Bakanlıkların yapısı dikkat çekicidir. Örneğin Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı kapatılmış ve yerine Çalışma, Sosyal Hizmetler ve Aile Bakanlığı kurulmuştur.

Eski biçiminin kerametsizliğini bir kenara bırakarak, kadınlara ve çocuklara yönelik suçların, cinsel saldırı ve şiddetin katlanarak arttığı bir dönemde böylesi bir birleşmenin bile tek başına AKP’nin kadın düşmanlığını gözler önüne sermesi açısından anlamı ortadadır.

Yine bu birleşme, diğer bir cepheden işçi sınıfını ve çalışma yaşamını da olumsuz etkilemektedir. Zira, tek başına bir Çalışma Bakanlığı’nın bulunmaması AKP’nin sömürü çarkları içerisindeki “OHAL ile grev yasaklayan” tutumunu perçinler niteliktedir.

Diğer bir örnek ise ekonomi ile ilgili bakanlıkların birleştirilmesi ve sayılarının 6’dan 3’e düşürülmesi gösterilebilir. Zira önümüzdeki dönemde AKP’nin ve Erdoğan’ın en büyük belası olarak ekonomi, ciddi bir problem alanıdır ve bakanlıkların sayısındaki azalma, ekonomi politikasının daha da kontrol altında tutulması anlamı taşımaktadır.

Bu temelde Erdoğan’ın Londra krizi dolayısıyla bir önceki bakan olan Mehmet Şimşek ile faiz arttırımı temelindeki çelişkisi aşikardır. Merkez Bankası’nın bağımsızlığının ortadan kalktığı koşullarda Hazine ve Maliye Bakanlığı’na damat Berat Albayrak’ın getirilmesi, bu otoriter tutumun göstergesidir.

Ek olarak, Milli Savunma Bakanlığı’na eski Genel Kurmay Başkanı Hulusi Akar’ın getirilmesi ve yine HDP’ye yönelik “size yaşam alanı yok” şeklinde tehditler savuran Süleyman Soylu’nun İçişleri Bakanlığı’na devam etmesi, önümüzdeki dönemde ezilen ulusun direnişi ve mücadelesi karşısında devletin hangi tutumu alacığını göstermesi bakımından manidardır.

Diğer bakanlıklar açısından ise yine dikkat çekici bir ele alışın olduğu söylenebilir. Nitekim burjuva liberal çevrelerin uzun süredir keşfettiği “yönetişim” olgusu, Erdoğan’ın kabine açıklamasına sinmiş vaziyettedir. Kavram temelde neo-liberal çağda burjuvazinin devlet idaresinde ve siyasal aktivitede daha etkin rol almasını tanımlamaktadır. Bu, doğrudan katılımı kapsadığı gibi çeşitli istişareleri ve karşılıklı ihtiyaçları gören bir yaklaşımla siyasal alanın burjuvazi cephesinden daha da etkin kullanımını da içermektedir.

Erdoğan’ın açıkladığı kabinede, çeşitli bakanlıklara, bakanlıkların ilgili olduğu alanların sermaye sahiplerini doldurması, bu bakımdan dikkat çekicidir. Sağlık, Eğitim, Ulaştırma vb bakanlıklara doldurulan burjuva temsilcilerinin, son kertede bürokrat kökenlerinin dahi olmaması, Erdoğan’ın genişletilmiş yetkileri ile de birleşince olaya bir memuriyet niteliği kazandırmakla birlikte, esas itibari ile kamu faaliyetini burjuvazinin hoyratlığına teslim eden bir niteliğe bürünmüştür.

Sistemin geçirdiği liyakatten bezirganlığa yönelen dönüşüm, önümüzdeki dönemde devlet idaresinin egemen burjuvazinin salyalı dişleri arasına bırakıldığı bir döneme kapı aralamaktadır. Açıklanan isimler, Erdoğan’ın “özel şirket gibi yönetilen bir devlet” hayallerinin gelinen aşamada bir Türkiye A.Ş kurma çabasının görüngüsü haline geldiğini göstermektedir.

Yeni Sistemin Temel Sorunu: Kriz Sınavı!

“Türk tipi başkanlık” olarak tariflenen sistemin ve yeni kabinenin önümüzdeki dönemine yönelik en temel sınanma alanını ise ekonomik kriz olgusu teşkil etmektedir. Zaten seçimlerin öne çekilmesi meselesinin de bu kaynaktan beslendiği, daha erken seçimler gündeme girmeden Mehmet Şimşek’in “güneş altında çatı onarmak gerek” minvalindeki konuşmasının tersten okunmasıdır, nitekim tam da krizin etkileri uç vermeye yeni yeni başladığı bir dönemde seçim gerçekleştirilmiştir.

Ancak, yeni kabinenin açıklanmasının akabinde hisse senetleri %3, banka hisse senetlerinde  % 4 ve Dolar/TL kurunda ise % 4 dolaylarında gerçekleşen düşüş, yeni sistemin nasıl bir ekonomik gelecekle karşılaşacağını gösterdiği gibi, küresel finans yatırımcılarının yeni kabineyi nasıl karşıladığını da göstermektedir.

En baştan belirtmek gerekir ki Erdoğan, iktidara geldiği 2001 krizinin ardından ekonomik hedeflerinin temelini sürdürülebilir ekonomik büyüme amacı teşkil etmektedir. Ekonomik büyümenin istikrarı açısından faizlerin düşük tutulması elzemdir. Gel gelelim düşük faiz, TL’nin değer kaybını doğurmakta, bu da döviz akışına dayalı dışa bağımlı bir ekonomide ciddi finansal risklere kapı aralamaktadır.  TL’deki değer kaybı ve yüksek enflasyon anlamına geldiği gibi, sıcak para akışına ve yatırımı da ket vurmaktadır. Bu da ciddi boyutlarda cari açık veren bir ekonomide enflasyon artışı ile özellikle dövizle borçlanan firmalar açısından büyük risk teşkil etmekte ve ayrıca uluslararası yatırımcılar açısından kaçış anlamına gelmektedir.

Bu koşullarda TL’deki değer kaybını durdurmak adına faiz artırımları gündeme girmekte, küresel yatırımcılara kar garantisi sunacak faiz artırımlarına girişmek ise kredi borç yükünü arttırmaktadır.

Türkiye gibi dışa bağımlılığı yüksek bir ekonomide bu durum, döviz şoklarının bu denli sık yaşanması, son bir yılda TL’nin dolar karşısında %30’lara varan değer kaybı gibi gelişmeler ciddi sarsıcı etkiler doğurmaktadır.

Erdoğan’ın Londra seferi öncesinde “fazileri düşüreceğiz” yönlü açıklamaları sonrası Dolar/TL kurunun 5 TL’ye dayanması, ardından Merkez Bankası’nın iki faiz arttırım kararını artarda alması da, politik risklerin azalmadığı koşullarda kriz beklentisini söndürmeye yetmemektedir.

Türkiye gibi politik risklerin günden güne ekonomiyi darboğaza soktuğu bir ülkede, zorunlu hale gelen faiz arttırımlarının ardından ekonominin yavaşlayacağı aşikarken,  Kredi Garanti Fonu ile 30 bin firmanın kurtarılması, vergi indirimleri ve teşvikler vb uygulamalar da yetersiz kalmıştır.

Sonuç itibari ile artan döviz baskısı, kurdaki dalgalanmalar vb gelişmeler, faiz arttırımlarına rağmen dizginlenememiş, içlerinde Ülker, Doğuş Holding, Yıldız Holding, Gama Grup gibi firmaların da olduğu gruplar borçlarını yeniden yapılandırmak için başvurmuş haldedir.

Son 16 yılda, kamu kaynaklarının fütursuzca kullanımı, dağa bayıra, köprüye… verimsiz sektörlere akıtılan paralar, yandaşlara peşkeş çekilen ihaleler… listesi arşa uzanacak bir yığın yolsuzlukla birlikte ulaşılan ekonomik sonuç, ekonomik büyüme balonunun sürdürülemezliğine işarettir. Açık olan şudur ki, birkaç salvoda pas geçen ekonomik kriz, yeni sistemin kapısında en önemli başlık olarak beklemektedir.

Burada bir parantez açarak, Erdoğan’ın dilinden düşürmediği “faiz düşürme” söylemine de değinmek gerekmektedir. Bu talep esas itibari ile Erdoğan’ın siyasal İslamcılığından ziyade temsil ettiği egemen sınıflarla ilintilidir. Zira, yüksek faiz, kredi borçlanma maliyetlerini de arttırmaktadır. Bu da Erdoğan ve AKP ile siyasal temsiliyetini bulan orta ölçekli burjuvazi açısından krediye erişimi zorlaştırmaktadır. Lakin dikkat çekici olan gelişme, yeni kabinede, geçmiş dönemde faiz artırımlarını destekleyen Mehmet Şimşek’in yerini Erdoğan’a liyakatten başka vasfı olmayan Berat Albayrak’ın almış olmasıdır. Bu da özellikle Merkez Bankası’nın da dolaylı yoldan Erdoğan’a bağlandığı koşullarda ekonominin geleceği açısından soru işaretleri yaratmaktadır.

Tek adam’dan Sultanlığa… “Türk Tipi” Diktatörlük!

Toparlarsak eğer, yeni sistem, her şeyin sahibi başkanı ile, müsteşar düzeyindeki bakanları ile, yetkilendirmenin ulaştığı boyutları ile adeta bir şirketi andırmaktadır.

Patronluğunu Erdoğan’ın yaptığı Türkiye A.Ş kendi geçmiş mirasından aldığı sömürü ve zulüm misyonunu hayata geçirmek adına, geçmişten daha sıkı ve daha organizedir. Yeni Kabine adı ile satranç tahtasına konumlandırılan bakanların ve hükümetin bu misyonda hareket selahiyeti sağlamaktaki rolü ise isim tercihlerinden okunmaktadır.

Bu anlamda önümüzdeki dönemin ardımızdaki dönemden farkı, herşeyin egemenler açısından biraz daha zor olacağıdır. Ekonomik yıkım, sınır boylarındaki savaş, ülke içerisindeki oy kaybı… vb tüm gelişmeler sistemin tıkanıklığına delalettir.

Burada belirleyici tek unsur, toplumsal muhalefetin hareket kabiliyeti olmaktadır. Bu noktada 24 Haziran seçimlerinin ortaya çıkarttığı veriler, HDP’nin meclise taşınması dışında bir başarının olmadığı gerçeğidir ve esas tartışma götürür alan da burasıdır.

Zira, toplumsal kutuplaşmanın ulaştığı boyutlar bugün, en liberalinden en radikaline kadar tüm bir toplumsal muhalefeti egemen sınıfların dayanağı olan kitlelerin dışına itmektedir. Ezilenler cephesindeki bu yarılma giderilmeden, gündelik hayatın çelişkileri temelinde bir nüfuz alanı sağlanmadan ve emekçiler kendi gündemleri etrafında örgütlenmeden bu karanlığı parçalamanın bir çıkış yolu görünmemektedir.

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu