Kültür&Sanat

(Öykü) Meryem…

Meryem yengem hayatın “sillesini” yemiş, çok acılar çekmiş, çok şey görmüş-yaşamış dirayetli bir kadındı. Hani dağ gibi derler ya, aynen öyle idi. Her yanında yaşam, neşe akan bir kadındı. İnsana hayat veren bir sevgisi, her durumda gülen, güldüren bir yanı vardı.

Bir gün Meryem yengemi ağlarken gördüm. Daha önce hiç böyle görmemiştim onu. O gün niçin ağladığını soramamıştım. Ama aradan fazla zaman geçmemişti ki yengemi yine ağlarken gördüm. Beni görünce hemen gözyaşlarını sildi… Bu sefer gidip karşısına oturdum, neden ağladığını sordum. “Geçenlerde de seni yine ağlarken gördüm. Oysa şimdiye dek seni hiç ağlarken görmemiştim. Bir şey mi oldu, biri bir şey mi dedi, bir şeye mi canın sıkıldı, seni kızdıran mı oldu, yoksa bizim bilmediğimiz kötü bir şey mi oldu?” diye sordum.

Yengem “yok bir şey” dese de nedenini öğrenmek için ısrar ettim. Öğrenmeden bırakmayacağımı söyledim. En sonunda pes edip “Gel şöyle otur yanıma, sen de bir erkeksin, anlatacaklarımdan sen de payına düşeni alırsın belki. Bundan ders çıkarırsın, annene, kız kardeşine, eşine ve diğer tüm kadınlara ona göre davranırsın. Kendine bir pay çıkarırsın, kendinden bir parça bulursun. Sonuçta sen de diğer tüm erkeklerle aynısın” deyip tanık olduğu, duyduğu, yaşanılan öyküyü anlatmaya başladı.

Adaşım Meryem 1948 yılında Hekimhan Yukarı Sarıçay köyünde dünyaya gelmiş. Babası Zalım, annesi Hatice bir de yeni dünyaya gelen küçük kız kardeşi ile Sarıçay köyünde tek odalı küçük bir toprak damda yaşıyorlarmış. Herhangi bir gelirleri yokmuş. Ne ekecekleri bir tarla ne malları ne de hayvanları kalmış. Babası Zalım sırtına bir heybe atar köy köy gezerek buğday, bulgur, un, peynir, yağ, çökelek gibi yaşamsal gıda maddelerini toplar, döşürücülük yaparak geçimlerini sağlarmış. Aynı zamanda buna Sarıçay köylüleri de yardım ediyorlarmış. Ama yine de kıt-kanaat yarı aç yarı tok yaşamlarını sürdürüyorlarmış. Zalım iki çocuğa bakamayız deyip, daha yeni doğmuş küçük kızını, çocuğu olmayan komşu köyde hali-vakti yerinde bir aileye satmış… Annesi Hatice kendini paralamış ama fayda etmemiş. Günler, aylarca ağlamış. Dökecek gözyaşı kalmamış. Bağrına taş basmış.

Babası, Zalım tam bir zalim imiş. Döşürücülüğe gittiğinde aylarca gelmediği olurmuş. O zamanlar Meryem ve annesi Hatice’nin en huzurlu, rahat, sakin ve yarasız beresiz, acısız sızısız geçirdikleri aylar oluyormuş. Ama Zalım geldiğinde ise hayat çekilmez oluyormuş. Katlanılmaz hal alıyormuş. En küçük bir olayı bahane eder Zalım zalim olup çıkarmış. Gün, küfür, hakaret, aşağılama ile başlar, tekme tokat, yumruk ile bitermiş. O vakit annesi Hatice Meryem’in üstüne kapanır Meryem’i korumaya çalışırmış. Zalım vurdukça Hatice’nin ağzından ahdan başka söz çıkmazmış. Biliyormuş, yıllardır yalvar yakar olmuş ama hiçbir faydası olmamış. Zaten söyleyecek söz de kalmamış. Meryem ise annesi Hatice’ye sıkı sıkı sarılır, babasının zulmünün bitmesini beklermiş. Bedenine inen her tekmenin ve yumruğun yarattığı acı ve ızdırabın Meryem’i yüreğinden bir şeyleri koparmış. Ağlamanın bir fayda etmeyeceğini biliyormuş. Ama yine de yüreğinde koparılan her bir parça için ağlamış. Her defasında kaçmak kurtulmak istemiş. Ama köyün dışında bir yaşam bilmiyormuş. Bütün yaşamı, dünyası yaşamı bu köyle sınırlıymış. Yıllarca onca acıya çileye güç bela dayanmış. Hayatı çok erken, küçük yaşta tanımış. Gel-git günler seneler böyle geçmiş.

Meryem’in annesi Hatice çok ağır hastalanmış. Zalım’ın yıllardır uyguladığı şiddet hastalığı daha ağır bir katmerleştirmiş. Meryem, annesi Hatice’nin iyileşmesi için çırpınıp durmuş, yapabileceklerini yapıyormuş. Ama elinden pek bir şey gelmiyormuş. Hatice’nin hastalığı her geçen gün daha bir artmış…

Bir gün babası, Zalım Meryem’i yanına çağırmış. “Ananı da al yarın sabah erkenden dereye oduna gideceğiz” demiş. Meryem duyduklarına şaşırıp kalmış. Ne diyeceğini bilememiş. Öylece afal afal babasının yüzüne bakmış. Tam ağzını açıp “yazdan beri onca odun, tezek topladık, daha odunumuz da tezeğimiz de var, ilkbahara kadar yeter de artar bile” diyecekmiş, diyememiş. “Olur, annemi de alır sabaha gideriz” diyivermiş. Biliyormuş ne dese fayda etmeyecek, Zalım zorla da olsa dediğini yaparmış.

Sabahın alacak karanlığında henüz yıldızlar kaybolmuş, tan ağarmamışken kalkıp yola koyulmuşlar. Babası Zalım, yanına çamaşır leğenini de almış. Meryem leğenin ne işe yarayacağına dair bir akıl-sır erdirememiş. Ve babasına sorma cesaretini de bulamamış.

Odun toplayacakları Sarıçay’a birkaç saatte varmışlar. Kar nedeniyle çayın suyu, normalin birkaç katı artmış. Suyun yatağı genişlemiş. Ağaçların kesilip toplanması hayli zorlaşmış. Zalım hemen iri bir söğüt ağacına çıkmış. Birkaç dalı kesip suyun içine atmış. Su kesilen dalı götürmesin diye kesilmeden önce sıkıca, sağlam ve uzun bir iple bağlanır öyle kesilirmiş. Meryem ve annesi Hatice’nin yapması gereken ipin ucuna bağlı kesili dalı sudan çekip çıkarmakmış. Meryem, annesinin çalışamayacağını bildiği için bir kayanın kuru bir kovuğuna ateş yapık yatması için yer yapmış, annesini orada bırakıp iki yüz metre ilerde dere yatağına inmiş. Babasının kestiği dalları sudan kıyıya çekmeye başlamış. Babası Zalım; “ben yukarı ağaçlığa gidiyorum, yukarıki ağaçlıklarda da kuru odunluk dallar var. Ben onları kesene kadar sen bunları kıyıya çek, bir kenara topla. Sonra sırtlanır akşam olmadan çıkar gideriz” demiş. Baltasını ve yanında getirdiği çamaşır leğenini de alıp dere boyu yukarı çıkıp gitmiş. Meryem de birkaç kesili dalı alelacele, zar-zor kan ter içinde toplayıp babasına yetişmeye çalışmış. Derenin kabaran suyunun çağıltısının sesinden başka bir ses duyulmuyormuş. Meryem kesili son dalı da kıyıya çektikten sonra babasının ağaç kestiği yere yukarı ağaçlığa gitmiş. Oraya vardığında gözlerinin gördüğüne inanamamış. Bir an donup kalmış. Düşüp bayılacağını sanmış. Elleri, ayakları, her yanı titriyormuş. Gözleri yaşla dolmuştu. Gözyaşları yanaklarından aşağıya hücum etmiş. Çok güçlü bir çığlık atmış. Kendini paralaya paralaya babasının olduğu yöne doğru koşmuş. Bir yandan haykırıyormuş, bir yandan da yakarıyormuş: “Baba ne olur yapma, kulun kölen olayım yapma. Allah aşkına, Muhammet Ali aşkına yapma, ne olur yapma” demiş. Ama artık çok geç kalmış. Annesi Hatice geri gelmeyecek bir minvale girmiş. Meryem babasının koluna sarıldığında annesi Hatice çoktan suya gömülmüştü.

Babası Zalım, ufak tefek, sıska bir kadın olan annesi Hatice’yi yanında getirdiği leğenin içine oturtmuş, çayın hırçın akıntılı sularına doğru bırakıp eline uzun bir sırık almış. Leğeni sularla kayalıkların birleştiği Karagöl denilen derin ve geniş gölete doğru yönlendirmiş. Leğen kayalıklara ulaştığında elindeki sırığa yüklenmiş. Leğenin ters dönmesini sağlamış. Ters dönen leğenle birlikte Hatice suya gömülmüş. Hatice ne yüzme biliyormuş ne de kendini kurtarmaya çalışmış. Yaşamak için hiçbir hareket göstermemiş. Bir nevi ölümü kabullenmiş. Acılarının son bulacağını düşünmüş. Bir an Meryem ile göz göze gelmiş. O bir anlık bakış, Meryem’e hayatı anlatmış ve her şeyi… “Hoşça kal küçüğüm hoşça kal. Güneşim, gül yüzlüm. Çölde açan gülüm. Bu garip ananı bağıyla bahtsız yavrum” demiş. Ve gözlerindeki ışık sönmüş. Birkaç defa suda kaybolup görünmüş. Sonra Sarıçay’ın hırçın, azgın suları taşlara çarpa çarpa Hatice’yi alıp götürmüş.

Meryem ise babasının kolunu bırakıp suya atlamış. Ama babası Zalım Meryem’i tutup sürükleyerek çayın kıyısına çıkarmış. Elindeki sopayla dövmeye başlamış. Meryem’in her yanı sopadan morarmış. Kırılan kemiklerin acısını hissetmiş. Ama Meryem’e en acı gelen, katlanılmaz olanı annesinin vahşice ve hunharca öldürülüşünü görmek olmuş. Bunun seyircisi olmak, bir şey yapamamak daha bir zor gelmiş. Kahretmiş. Bu acıya daha fazla dayanamayıp oracıkta bayılmış…

Aynı gün olay Sarıçay köyünde duyulmuş. Bire beş katıp dilden dile dolaşmış. Oradan çevre köylere yayılmış. Meğer diyesiler ki Hatice odun toplarken Sarıçay suyuna düşmüş. Çoğalan Sarıçay suyu Hatice’yi alıp götürmüş. Hatice’nin ölüsü aşağı Sarıçay suyunda bir dala takılı halde bulunmuş…

Günler aylar geçmiş, kimse hatırlamaz olmuş, unutmuş. Ama Meryem olaydan sonraki günlerde “aklını yitirmiş.” Kimseyle konuşmaz ağzından bir tek kelime dahi çıkmamış. Ne denirse yapar sonra Sarıçay yönüne doğru oturur uzaklara ağır bakarmış. Birisi gelip oturduğu yerden kaldırmayınca kalkmaz günler, haftalarca orada öylece otururmuş. Babası Zalım olaydan sonra daha bir hırçınlaşıp, vahşileşmiş. Şiddetin dozunu daha bir artırmış. Olur ya, Meryem bir gün dile gelir hakikati söylerse kimse inanmasın diye aklını iyice yitirdiğinin dedikodusunu yaymış. Ve Meryem’i başından savma telaşına düşmüş. En iyi yol evlendirmek diye düşünmüş. Ama “aklını yitirmiş genç bir kızı kim ister, kim neyler bu deliyi” diye umar aramış. Bir taliplisini bulmak için günlerce aylarca köy köy gezmiş, dolaşmış. En son Kavaklı köyünden yetmiş üç yaşında Hacı Osman Meryem’e talip olmuş. Zalım’ı çağırtıp Meryem’i istemiş. Zalım, Hacı Osman’a on dört yaşındaki Meryem’in gençliğini ve güzelliğini öve öve bitirememişti. Lafı dolaştırıp başlık parasına getirmişti. “Başlık almadan vermem” demiş. “Peşinen on bin lira” başlık parası istemiş. Üstüne de “iki öküz” demiş. Hacı Osman küplere binmiş, kızmış, öfkelenmiş: “Be insaf, be insaf, bir deli kız için bu kadar başlık istenmez, yaptığın ayıptır. Sen mi aklını kaçırdın kızın mı. Söylediğin olmaz. Bu kadar çok, aşağıya in biraz” demiş. Bunun üzerine Zalım “yedi bin lira ve bir öküze” inmiş. “Düğün, nikâh da istemez. Yarın gel parayı ve öküzünü getir kızı al git” demiş.

Hacı Osman’ın keyfi yerine gelmiş. Keyfine diyecek yokmuş. Gözleri ışıl ışıl parlayıvermiş; “Ha şöyle, ben deli bir kıza düğün, nikâh mı yaparım. Delirmedim henüz… Ama para da öküz de tamam, anlaştık. Yarın gelir paranı ve öküzünü verir kızını alırım” demiş, aralarında söz kesilmiş. Yapılan pazarlık sonunda hem Hacı Osman, hem de Zalım memnun ayrılmış.

Meryem daha o ilk akşamından satıldığının haberini almış. Ama ne tek bir söz söylemiş ne de en küçük bir tepki göstermiş. Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte Hacı Osman Meryem’i almaya gelmiş. Anlaştıkları gibi öküzü, parayı vermiş, sessiz sedasız Meryem’i alıp gitmiş. Hacı Osman’ın üç karısı, on da yetişkin evli çocukları varmış. Çocuklarından ikisi buna karşı çıkmış. Ama neticede onlar da bunu kabullenmek zorunda kalmışlar.

O akşam evi, babalarına ve yeni gelen geline bırakmışlar. Bir iki gün kalacakları farklı farklı evlere dağılmışlar. Hacı Osman’ın keyfi yerinde imiş. Her yanı kıpır kıpır oynuyor, adeta ayakları havada uçuyormuş. Sanki yetmiş üçünde değil yirmisinde bir delikanlıymış. Hacı Osman soyunurken Meryem gözlerini kısıp Hacı Osman’a dik dik bakmış. Baktıkça da midesi bulanmış. Bir an kusası gelmiş. Öfkesini kontrol etmek için büyük çaba harcamış. O an yaptığı planın boşa çıkacağını sanmış. Kendini zor da olsa tutmuş. Hacı Osman halen soyunmakla meşgulmüş. Meryem ise yaptığı planı gerçekleştirmek için gözleriyle odayı taramış. Odaya girerken sol tarafta duvarda asılı küçük bir el dokuma halı, birkaç çerçeveli siyah beyaz yaşlı bir kadın ve bir erkeğin fotoğrafı ve hemen yanında eskiden kalma tunç madeninden yapılma bir kama varmış. Meryem tüm benliğiyle kamaya kilitlenmişti. Hafifçe yaklaşıp sessiz sedasız kamayı almış. Hacı Osman soyunurken tespihini yere düşürmüş. Almak için eğildiğinde Meryem, fırsat bu fırsat deyip kamayı iki eliyle kavrayıp arkadan Hacı Osman’ın kaburgalarının arasından içeri sokmuş. O darbeyle o dakika Hacı Osman yere kapaklanmış. Meryem, birkaç darbe daha indirmiş… Her yanı kana bulanmış. Hacı Osman’ın öldüğüne kanaat getirince kamayı da alıp hızlıca evden çıkmış. Doğruca Sarıçay köyüne gitmiş. Sessizce eve girmiş. Babası Zalım domuz gibi yatıyormuş. İki eliyle kamayı kavramış, babası Zalım’ın kalbine doğru var gücüyle yüklenmiş. Kama, yumuşak eti delip kalbe girmiş. Hiçbir güç bunu engelleyememişti. Zalım bir an gözlerini açmış, açmasıyla kapaması bir olmuş. Meryem öfkesi dinene kadar birkaç darbe daha indirmiş… En son kamayı sapladığı gibi bırakmış, yüzüne tükürüp evden çıkmış.

Meryem’i koşarak köyden çıktığını gören köylüler peşinden gitmiş. Meryem annesinin öldürüldüğü Sarıçay deresine varmış. Kayalıklara çıkıp kendini kayalıklardan aşağıya atmış. Sarıçay suyu Meryem’in ölüsünü alıp gitmiş. Köylüler günlerce Meryem’in ölüsünü aramışlar. Ama bir tek iz dahi bulamamışlar. Sarıçay suyu Meryem’i hiçbir zaman geri vermemiş. Ve nereye götürmüş hiç bilememişler… İşte o Sarıçay kayalığı, o gün bu gündür ziyaret kabul edilir, adak adanır; “Meryem kadın acılarımızı sen al” diye!

Meryem yengem derin bir nefes aldı. Gözleri hala yaşlarla doluydu. Yengemin elini sıkıca tuttum; Meryem senin neyin olurdu diye sordum. Yengemin gözleri çok uzaklarda bir şey görüyormuş gibi, dalgın dalgın baktı. Yüzünde, o hafif tatlı tebessümü ile ellerimi sıktı; “Kardeşimdi” dedi…

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu