Kültür&Sanat

Sanat Eserinin Gerçeklikle Bağı

Genel anlamda bir doğru olarak söylersek, sanat ürünlerinin değerlendirilmesinde ilk başta dikkate alınan şey sanat ürününün gerçeklikle bağının kurulup kurulmadığıdır. Alımlayıcı eserde yansıyan ile gerçeklik arasındaki bağı ararken bile sanatçı, yansıyan ile yansıtılmak istenen arasındaki ilişkinin mimarı olarak bu sorumluluğundan kurtulamaz. Çünkü onun hayata bakışı, estetik üretim sürecindeki teknik araçları, tercihleri vb. vs. ortaya konan sonuç açısından önemlidir. Bu sonuca varıncaya kadar süreç üzerinde belirleyici olan, bu özelliklerin toplamıyla oluşan bütünsel bir karakterdir. Sanatçıda somutlanan bu karakter, onun sanat üretim sürecinde de gerçekliğin eserde nasıl yansıtılacağını, eserle gerçekliğin bağının ne biçimde kurulacak olmasını belirler. Sanatçının ortaya çıkan sonuç üzerindeki esas sorumluluğu bu minvaldeyken, sanatta yansıyan ile gerçekliğin bağının aranmamasındaki genel “kural” günümüz alımlayıcısı açısından alımlayıcıların gündelik hayatın sorgulanmasından, sınıfsal, bu sınıfsallığa bağlı olarak kültürel, hukuki, ayrıca dini ideolojik vs. nedenlerle çıkardıkları farklı sonuçlar nedeniyle belli farklar gösterse de esasen hala geçerlidir.

Süreç içinde devinip değişime uğrayan karakteristik nedenlerle kadim zamanlardan farklı olarak günümüz zamanının hızı, gündelik yaşamın karmaşık görünümüyle birbirine geçen ritmi, statik olduğu-olacağı düşünülenin parçalanarak çabucak değişimleri, akılcı düşünüşün-sonuca çabuk, pratik, “bugün”ün tam olarak “farkına varılmadan” geçirilmelerinden dolayı sanat biçimleri de geçmişten farklı olarak üretildikleri günümüz zamanının ruhuna, ifade tarzlarıyla kimi değişiklikler gösterseler de uyum sağlarken yine de tıpkı kadim zamanlardan bu yana alımlayıcının sanat eserinde aradığı şeyi biz de bugün ararız. Sanatta yansıyanla gerçeklik arasında ilişkinin aranması tutumu esasen “doğru”yu arama tavrıdır.

Kuşkusuz biz bu süreçleri Marksist estetik yargılarımızla ele alırız. Zira maddi olanın doğru yorumu ve bilimsel neden-sonuç ilişkileriyle bir üst aşamaya ulaşmanın teorik ve de pratik yöntemini Marksist estetik kavramda buluyoruz. Her insan bir özne olarak herhangi bir şeye (olaya, olguya) iyi-kötü, doğru-yanlış, güzel-çirkin bağlamlarında yaklaşır, onu bunlarla ele alır yargılar. Sanat konusu da bundan bağımsız-muaf değildir. Elbette biz bunları (etik, estetik, bilimsel akıl) süreçlerini birbirine karıştırmıyoruz, birbiriyle tarihsel süreç bağlamında öznenin kendini tanımlaması bağlamında ve gündelik yaşamın insan beyninde yansıyışı bağlamında ilişkili görsek de aynılaştırmıyoruz. Ancak sanat üretimlerinde bilinçli alımlayıcılar olarak bunlara arama bunlar aracılığıyla sorgulama ve değerlendirme hakkımız vardır. Çünkü biz sanatın özel bir bilgi biçimi olduğunu bilerek sanat eserinin gerçekle bağını kurarak gerçeğin bilgisine ulaşmayı isteriz. Bir nevi, sanat eserini gerçekle kıyaslarız. Bu tavır sadece bizim gibi sanat konusunda bilinçli izleyiciler açısından değil, ilkel insanın, gerçeği sanatta yansıtışındaki amacından bu yana vazgeçilmez tavırdır. Sanat, ortaya çıkış koşullarında gerçeğin anlaşılması maksadıyla yaratılmıştır. İnsan “kendinin farkında” olduktan sonra bir özne olarak kendi varlığını ve dış dünyayı anlamlandırmaya çalışmıştır. Öyle ki anlama çabası insanı ilkel insanı, daha sesli iletisinin (konuşma yetisi) dahi gelişmediği koşullarda sanatın ilkel çeşitlerine yöneltmiştir. Süsleme, boyama, yontma, resim, dış dünyayı ve kendini anlamaya yönelik çabalardı. Ama sadece bununla sınırlı değil, süreçle koloninin çevreyi tanıma, avlanma korunma vs. aktivitelerde eğitimi ve çevre üzerinde hâkimiyet kılmak için sanatsal uğraşlar çok büyük avantajdı. Önemli bir felsefi söylem olarak şunu da ifade etmeli burada. Marksizm bize özgürlüğü insan yeteneğinin (kabiliyet) geliştirilebileceği koşulların sağlanması olarak tanımlar. Bu tanım doğruysa, ilkel insanın özgürlük yolculuğunda en büyük silahından biri, sanat üretme çabası olmuştur. Biz sanatın gerçekle bağının ne denli güçlü olduğunu ortaya çıkış koşulları itibariyle verdiğimiz için ilkel insandan örneklemeler yaptık ama ilkel komünal toplumsal sisteminde sanat daha da güçlendi. Yerleşik düzene geçildiğinde ekip biçmeden mimari süslere, giyim kuşamdan anlatılara, ritüellerden oyunlara kadar sanat çeşitleri hâkimdi. Kölelik çağında bu daha da güçlü hâkimdi bu alanlara. Üstelik din ve kralların etkisiyle sanat teknikleri gelişti. Tanrılar krallar heykel ve resimlerde cisimleşti, o cisimler sanat eseri tapınaklarda “yaşadı”: Feodal çağda da bu oldu. Plastik sanatlara bir de hikâyecilik eklendi, şiirler destanlar eklendi. Feodal süreçte hâkim iki dinsel akım olan Hıristiyanlığın kitabındaki anlatımlar hikâyeciliğe örnektir. Ayrıca Kur’an ayetlerindeki şiirsel dile ve anlatımlardaki öykücülüğe ne demeli. Kömür çelik ve buhar makinesinin gücüyle, insanın ücretli köleliğiyle ve ticaretin hileli büyüsüyle ortaya çıkan kapitalist sistemde ise sanat hem teknik hem estetik bakımdan köklü değişimler oldu. Bilimin volkanik patlaması sanatın üretim süreçlerini ve tekniklerini, sanat anlayışını ve yorumlanışını, tıpkı gündelik hayattaki değişen alt-üst oluşlar gibi değiştirdi. Yani sorgulama teknikleri sanatın gerçekle olan bağını da farklı sorgulayışlarla ele aldı. Hiçbir zaman bu bağın kopmasına dair bir kanıt bulamadı. Bütün farklı sorgulama tekniklerine rağmen esasen ortaya çıkan iki temel görüşte kamplaşıldı: İdealizm ve gerçekçilik (realizm). Bu görüşlerin bu şeklide hayat bulması tam da burjuvazi ve proleter sınıfların ortaya çıkmasına koşut olarak anlaşılırdır. Ki bunun böyle olması da sanatın gerçekle güçlü bağını aşikar eder. Öte yandan sınıfsal gerçekliğe uygun olarak her sınıf kendi sınıf çıkarı için sanatın bu güçlü bağını kullandı. Burjuvazi, bilginin önemini kavradığından sanatın gerçeği yansıtamayacağını sanatın sadece sanat için (kendinde sanat) yapılabileceği kuramını sahiplenerek sanatın bilgilendirici, eğitici özelliğini gizlemeye çalıştı ama bunu hayatımızın her alanına soktuğu sanatla anlatmaya (burada bile bilgi işlevi var) çalıştı. Ama proletarya ideolojik cephaneliğini oluşturduğunda, sanatın tarihsel işlevine onu geliştirerek sahip çıktı. Sanat gerçeğin bilgisini verirdi ve sanat toplum içindi. Devamla sosyalist toplumsal devrim deneyimleri ve enternasyonal alanda kuramsal devrimci görüşlerle gerçekçi satan turamı geliştirilerek materyalist diyalektik anlayışla sanatın gerçekçiliği gelecek tasavvuruyla ele alındı. Toplumcu konusunda onun gerçekle bağı konusunda ve onun geleceğe dair etkinliği konusunda, onun toplum için etik, estetik ve akılcılık etkinliğiyle eğiticiliği bağlamında şimdiye kadar proletaryanın elde ettiği en güçlü silahtır.

Şu ana kadar anlattıklarımızda özetlediğimiz biçimiyle, tarih boyunca olduğu gibi insan, sanatta yansıyanı gerçekle kıyaslar. Bu, bütün anlamların toplamıyla söylersek, insanın gerçeğin bilgisine ulaşma istek ve gayretidir. Bu uğraş, detaylandırırsak pek çok nedenle aktif hale gelmiştir ama mutlaka gerçekleşir. Çünkü sanatın tarihsel işlevi ve insanın sanatla tarihsel köklü bağı bu gerçekleşmeyi kaçınılmaz kılar. Söz konusu olan sanat olunca elbette sadece bilgi kavramına yoğunlaşmıyoruz, estetik eğitimi de bir o kadar önemsiyoruz. Bilgi işlevine bu denli yoğunlaşıyor, onu öne çıkarıyor görüşümüz, bu işlevin (bilgi) sanatta aranmamasına dair gerici burjuva kuramsal saldırılarından dolayı savunuda bulunmak, bunu kitlelere anlatabilme kaygısından dolayıdır. Elbette insan sanatta yansıyanı gerçekle kıyaslar ve bunu estetik duygularla yapar. Ve sanat zaten insanın estetik duygularını eğitir. Bu yüzden de alımlayıcı sanat eserinde estetik beklentilerle yargıda bulunur. Bilgiyle birlikte, sanattan, estetik duygularının da doyurulmasını beklemek kaçınılmazdır. Bir de, alımlayıcının içinde bulunduğu toplumdan, sınıftan, yaratılan kültürden edindiği değerler güdümüyle etik açıdan da sanata dair bir yargı bütünü oluşur. Böylece sanatın gerçekle bağı bu bütünle kurulur.

(Sincan 1 Nolu F Tipi Hapishaneden Tutsak Bir Partizan)

                                                     

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu