GüncelMakaleler

ANALİZ | Toplumun ve Doğanın Sırtındaki Yük: Burjuva Sınıfı

"İşçi kendini üretmek için besleniyor. Beslenmezse kendini tekrar üretip işbaşı yapamaz. Doğa da böyledir. Doğadan alınan doğaya verilmek zorundadır."

Bütün canlıların yaptığı gibi insan da kendi yaşamını sürdürmek için mücadele eder. İnsanı diğer canlılardan ayıran özellik, doğada bulduklarıyla yetinmez, doğadan aldıklarını yeniden üretir ve başka biçimlere sokarak yaşamını daha nitelikli kılar.  Hayvanlar doğadan aldıklarını doğaya geri verir. İnsan ise doğadan aldıklarını geri vermiyor, tersine “üretim” adı altında onu tüketiyor yani yok ediyor. İnsan, doğayı tüketirken hayvan doğayı yeniden üretir. Bu da insan dışındaki hayvanların insana olan üstünlüğüdür denebilir.

Doğa, canlı ve cansız dediğimiz varlıklardır. Havası, okyonusu, denizi, gölü, ırmakları, bitkileri, ağaçları, börtü böceği, çeşitli hayvanları, kuşları, sürüngenleri, insanları vs. Bu da yetmez, dünyanın içinde yer aldığı evrende doğanın ayrılmaz bir parçasıdır. Doğa, tüm bunların bir bütününden oluşur. Birinin yok olması ya da eksilmesi, doğanın eksilmesi, doğanın kendini yeniden üretmesinin zorlaştırılmasıdır.

Burada sözü edilen doğa, dünya denen gezegenin üzerindeki tüm organik-inorganik bileşiklerden meydana gelen yaşam oluşumlarıdır.

Konuyu biyolojik detaylara götürmeden, konumuza gelelim.

İnsan, kendisi dışındaki diğer canlılar gibi basitçe yaşamaz. Yaşamını sürdürebilmek için üretmek zorundadır. Üretmek için ise üretim araçlarına gereksinim duyar. Bunlar doğada hazır değildir ve insan doğadan aldığı maddelere şekil vermek zorundadır. Üretmek ve üretmek için üretim araçları faaliyeti sırasında insan, doğayı tüketir. Ancak bu, doğayı tükettiği kadar üretemeyeceği, doğadan aldıklarını doğaya geri veremeyeceği anlamına gelmez. Oysa bugün insan bunu yapmıyor. Doğadan aldıklarını doğaya geri vermiyor. Bu gelişme sarmalı, doğanın kendini yeniden üretemez duruma gelmesine ve ölmesine neden oluyor. Doğa ölünce ona ait olanlar (insanlar da dahil) da ölecektir.

İnsanlığın gelişimi, toplumsal-sınıfsal bir gelişme seyri izlemişken, doğa bundan doğrudan etkilenmiştir. “Sınıf ile doğanın nasıl bir ilişkisi vardır?” denilebilir. Buna verilecek yanıt, doğrudan ilişkisi olduğudur. Toplumların sınıflara bölünmesiyle, insanların bir kısmının (ezilen sınıf), bir kısmı (ezen sınıf) tarafından sömürülmeye başlamasıyla, doğanın insan tarafından sömürülmesi aynı zamanda başlamıştır. Teknolojik gelişmelere bağlı olarak insanın (kapitalizmde işçi sınıfı) sömürülmesindeki artış oranına bağlı olarak doğanın sömürülmesi de aynı koşutluğu göstermiştir.

İşçiden alınan artı-değer oranın artışına koşut olarak, doğanın sömürülmesi de aynı oranda artmıştır. Kapitalizm, işçiyi sömürürken doğayı da sömürmektedir. Üretimin artması, doğanın da o oranda tüketilmesiyle olabilir.

Teknolojik gelişmenin yüksekliği işçinin sömürülmesini engellemediği gibi doğanın tüketilmesini de (tahribini) engellememektedir. Oysa, teknolojik gelişmelerin insan ve doğanın yaşamını kolaylaştırması ve iyileştirmesi düşünülür. Böyle olması da gerekiyor. Burada öne çıkan sorun, teknolojinin nasıl kullanıldığı ve hangi sınıfın elinde olduğuyla doğrudan bağlantılıdır.

Ne var ki, kapitalizm koşullarında tersi oluyor. Burjuvazinin elindeki teknoloji, işçilerin ve doğanın zararına çalışıyor. Hem işçiyi tüketiyor hem de doğayı. Bu bağlamda, işçi sınıfıyla doğanın kaderi aynıdır denilebilir. Burjuvazi her ikisini de eziyor.

Kapitalist sistemin efendileri doğayı katlediyor!

İşçi kendini üretmek için besleniyor. Beslenmezse kendini tekrar üretip işbaşı yapamaz. Doğa da böyledir. Doğadan alınan doğaya verilmek zorundadır. Özellikle fosil yataklarının kullanılması, doğrudan doğadan çalınması ve bir daha doğaya geri verilememesi anlamındadır. Bugün kapitalist burjuvazinin en fazla tükettiği şey, fosil yataklarıdır. Petrol, kömür, doğalgaz vb.lerinin kullanılıp tüketilmesi, geriye dönüşümsüzdür. Doğa, bu yataklarla varlığını sürdürmektedir. Bunların tekrar yerine konulamaması, doğanın ekolojik dengesinin yok edilmesi, çürütülmesi ve öldürülmesidir. Kapitalist sistemin efendileri burjuvalar şimdi bunu yapıyor. Ve doğayı doğrudan katlediyorlar.

Burjuva sınıfı, insanların yaşaması için olmazsa olmaz olan üretim araçlarını özel mülkiyetlerinde toplayarak, daha baştan toplumu yok oluşun eşiğine getirmiştir.  İnsanların üretim araçları salt fabrikalar vb. değildir. İnsanlar yaşamak için doğadan alacaklarını da özel mülkiyetlerine geçirmişlerdir. Dünyanın her karış yerini paylaşmışlardır. Paylaşılmadık ne bir toprak parçası, ne su ne de hava bırakmışlardır.

Bunu şöyle örnekleyebiliriz: Otlak hayvanların elinden otlaklar alınınca, o hayvanlar beslenecek ot bulamayacakları için ölürler. Ve onlardan beslenen etçil hayvanlar da yiyecek hayvan bulamayınca yok olacaklardır. Bu zincir böyle devam edecektir. Nitekim, bugün de bu olmaktadır. Doğa, üzerinde var olan ve doğanın üretilmesinin olmazsa olmazları olan canlıları hızla birer birer kaybediyor. Yani soyları tükeniyor. Her şey birbirine bağlı olarak varolabiliyor. Birbirine bağlı olarak varolma halinin eksilmesi, doğa üstündeki yaşam zincirinin halkalarının kopması ve yaşamın bitmesidir. Kapitalist sistem yaşamı bitiriyor.

Kâr için üretim, çöp için üretimdir

Burjuvazi, 8 milyar insanı doyurmak için “çok üretim” gerekli diyor ve bunun için de doğal olanların genetiğini değiştirerek bozulmasına ve doğanın ekolojik dengesinin değişmesine neden oluyor. Mısırın genetiğinin değiştirilmesi, mısırla sınırlı kalmıyor. Onu tüketenlerin de doğal dengesi ve yaşam kalitesi bozuluyor. Toprağın doğal yapısı değişiyor. Üzerinde yaşayan börtü-böcek yok oluyor. Börtü-böceğin yok olması ya da başkalaşması, toprağın canlılığını yok ediyor. Daha doğrusu toprağı öldürüyor. Ve olumsuz yöndeki bu değişim, zincirleme devam ediyor…

Oysa bugün 8 milyar insanın yaşam gereksinimi ne genetiği değiştirilmiş bitkilere ne de fosil yatakların kullanılmasına gerek vardır. Bugün burjuvazinin aşırı kârı için aşırı üretim-tüketim vardır. Burjuvazi, üretimi, insanların gereksinimlerine göre planlamıyor, aşırı kâr için planlıyor. Üretim insanların gereksinimlerine göre yapılsa ne açlık, ne yoksulluk kalır ne de doğanın ekolojik dengesinin bozacak eylem olur.

Bugün, gelişmiş emperyalist-kapitalist ülkelerde yiyeceklerin üçte biri çöpe gitmektedir.

Örneğin, AB ülkelerinde yılda yaklaşık yüz milyon ton yiyecek çöpe atılıyor. Bozulan bu yiyecekler ise 227 ton karbondioksit üretiyor. Yani soluduğumuz havayı bu kadar ton zehirliyor. Yine BM Gıda ve Tarım Örgütü’nün verilerine göre gelişmiş ülkelerde 670 milyon ton, gelişmekte olan ülkelerde ise 630 milyon ton yiyecek her yıl çöpe atılıyor. Oysa sadece sahra altı Afrika ülkelerin yıllık gıda tüketimi ortalama 230 milyon ton kadar.[1]

Bir başka açıklama: “Uluslararası Atom enerjisi (IEA) tarafından yapılan bir analize göre, küresel enerji kaynaklı karbondioksit emisyonları geçen yıl (2021) % 6 artarak 36.3 milyar tona ulaştı. Bu, tüm zamanların en yüksek seviyesi” ve “yenilenebilir enerjiler için tüm zamanların en yüksek seviyesine” ulaştı.[2]

Başka bir veri ise daha korkunç bir olayı dile getiriyor: İngiltere merkezli Makine Mühendisleri Odası’nın 2013 yılı başında hazırladığı rapora göre:

Dünyada yaklaşık 4 milyar ton gıda üretiliyor ve bunun yarısı yani 2.5 milyar tonu ya çöpe gidiyor ya da toprakta kalıyor. Devamında ise yılda 550 milyar metreküp tatlı su, boşu boşuna harcanıyor.

Kapitalizmin yarattığı bir çelişki bu. Bir taraftan milyonlarca aç insan ve bir o kadar da açlıktan (gıdasızlıktan) ölen insan varken, öte yandan ise gıdanın yarısı çöpe gidiyor. İşte bu çöpe giden besin burjuvazinin hanesine kâr olarak yazılıyor.

Üretilen gıdaların yarısı çöpe (buna, burjuvazinin kârı demek daha doğru ifade olur) giderken BM Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) açıklamalarına göre 2022 yılı itibariyle dünyada 828 milyon insan açlıkla karşı karşıya. Aynı örgüt, eskiye oranla açlık sayısında azalma olduğunu vurgularken ama zamanda 1990 yılına göre 24 Afrika ülkesinde gıda yetersizliği iki kat artmış diyor. Buna karşın 2.1 milyar aşırı kilolu (obez) insan var. Burada obezitenin çok yemekten kaynaklanmadığını, aşırı kâr amaçlı üretilen ve besin değeri olmayan fast-food yiceklerinden de kaynaklandığını belirtelim.

Kapitalizmin eşitsiz gelişmesi ve eşitsizlik oranını durmadan üretmesinin bir sonucudur bu. Bir tarafta aşırı birikim, diğer yanda ise aşırı yoksunluk-yoksulluk. Obezitenin en çok olduğu Suudi Arabistan ve ABD, gıda üretiminin en fazla israf edildiği ülkeler sıralamasında başı çekiyorlar.

Dünyanın en zengin (2020 yılında) 2.153 milyarderin, dünya nüfusunun yüzde 60’ını oluşturan 4.6 milyar insandan daha fazla servete sahip.[3] Böyle bir durum yaratan sistemin ahlakını sorgulamanın bir anlamı yoktur. Bu, bir avuç burjuvazinin zor kullanarak milyonlarca insanın emeğini gasp etmesinin resmidir. Böylesi bir sistemi yaşatmanın ve böylesi bir asalak burjuvaziyi insanlığın sırtında taşımasının bir ahlakı var mı?

Burjuvazi, “az ye iyi beslen, herkese yetsin” diyor. Ancak, gerçek böyle değil. Sorun ne az yemekle çözülebilir ne de “iyi beslenmekle”. Sorun açlığı ve obeziteyi yaratan sistemin kendisindedir. Kapitalizm, insanların gereksinimlerine göre değil aşırı kâr için üretim yapar. Bu da kaçınılmaz olarak, aşırı üretimi koşullar. Aşırı üretim olmasına karşın açlık onun ayrılmaz bir parçası olur. Bugün 7 milyar insanın yaşadığı dünyada 12 milyar insanı doyuracak üretimin yapıldığı söyleniyor. Ancak çoğunluk doymuyor. Ve aşırı üretim nedeniyle hem doğa hem de insanlık katlediliyor.

Doğanın ve insanlığın yok edilmesinin önüne geçmenin yolu; kapitalist sistemi yıkıp yerine sosyalizmi kurmaktan ve komünist toplumu inşa etmekten geçiyor.

1- https://www.globallandscapesforum.org/infographic/infographic-high-cost-of-food-waste/?gcli

2- Stefan Engel, Die Krise der bürgerlichen Naturwissenschaft, s. 84 (Burjuva Doğa Biliminin Krizi)

3- https://www.oxfam.org/en/press-releases/worlds-billionaires-have-more-wealth-46-billion-people

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu