GüncelMakaleler

Makale | Zamanın suçlusu marketler mi?

"Köylü geleneksel üretim biçiminden (uzaklaştıkça) gıda ve ilaç şirketlerinin/tekellerin kontrolüne giriyor. Bu mezar kazıcıların sarmalından çıkanın yolu küçük üretici/köylünün kendi öz gücü olan tarım kooperatiflerinde bir araya gelerek mezar kazıcılarına karşı birleşmesidir"

Dünyada buzul çağından sonra bilinen ilk tarımsal (yabani buğdayın tarlada yetiştirilmesi) üretim 12 bin yıl önce Amed ile Urfa arasında kalan bölgede yapılmıştır. Buğday, arpa, nohut vb. “bereketli hilalden – Mezopotamya’dan yer küreye yayılmıştır. Dünyada tarımsal üretimin yapıldığı en eski coğrafyasında bugün halk en temel gıda çeşitlerine bile ulaşmakta zorluk çekiyor.

İşçi ve emekçiler ekonomik krizi en fazla temel gıda ürünlerine gelen zamlar ile yaşıyor. Emekçiler birçok temel gereksinimlerinden kısıtlama yaparak ayakta kalmaya çalışıyor. Kışın kışlık elbise almaktan feragat ediyor. Eskiyen, yenisine ihtiyaç duyulan ev araç gereçlerini yenilemiyor. Soğuk havada doğal gazı kısıyor. Sobasına attığı odunu, kömürü azaltıyor… Sinema, tiyatro, konser gibi sosyal kültürel etkinlikler uzun yıllardır emekçiler için “lüks” sınıfına girdiğinden, bunlardan vazgeçeli çok oldu.

En zor olanı da artık emekçinin aşından kısmak zorunda bırakılmasıdır. Kronik açlık milyonlarca emekçinin, işsizin günlük rutini haline geldi. Halk sağlıksız bir şekilde beslenmek zorunda bırakıldı. Birleşik Kamu-İş Sendikası’nın verilerine göre son bir yıl içinde gıda ürünlerine %55.3 zam geldi. Siyasi iktidar partisinin istek ve hedefleri doğrultusunda istatistik veri açıklayan TÜİK ise gıda enflasyonunu %25.11 olarak gösteriyor. Türk-İş’in açıkladığı, dört kişilik bir aile için sağlıklı beslenmek için gerekli temel gıda ürünleri, açlık sınırı 2.009 TL, yoksulluk sınırı ise 6.543 lira.

Asgari ücretli bir işçinin maaşı ise 2.020 TL. Türkiye’de çalışan nüfusun % 60 civarı asgari ücretli ve asgari ücretin %10-15 altında ya da üstünde bir ücretle çalışıyor. Bu rakamlar ile bir işçi maaşının hepsini temel gıda ürünlerine ayırıyorsa sağlıklı beslenebilir.

Yaklaşan yerel yönetim seçimleri öncesi yapılan kamuoyu araştırmalarında toplumun “Türkiye’nin en önemli sorunu nedir?” sorusuna verdiği cevabın başında işsizlik ve işsiz kalma endişesi, ikinci sırada ise hayat pahalılığı geliyor. Ekonomik krizin yarattığı tahribat coğrafyamızın her köşesinde ağır bir şekilde hissediliyor. Yaşanan ekonomik krizin belki de en önemli göstergesi, Türkiye Kürdistanı’ndaki “öncelikli sorun” sıralamasında işsizlik ve geçim sıkıntısının ulusal sorunun önünde yer almasıdır. Ezen ile ezilen arasındaki sınıf çelişkisi coğrafyamızda açlık-yoksulluk, işsizlik olarak derinleşiyor.

 

“Ben değil Miki yaptı!”

Siyasi iktidar partisi her zaman yaptığı gibi bu defada yarattığı, parçası olduğu sorunlara “muhalefet” ederek zamlanan meyve ve sebze fiyatlarının sorumlusu olarak marketleri “hedefe” koymuş, kendi gölgesiyle kavga eden bir pozisyona gelmiştir.

Demokratik Halk Devrimi’nin siyasi öznesinin güçsüzlüğü, kitlelerle bağının zayıfladığı, sınıf bilinçli demokratik güçlerin dağınık oluşu yaşanan pervasızlığa zemin sunuyor (enerjisini komprador burjuvaziye karşı yöneltmesi gerekenlerin iç sorunlardan başını kaldıramaması aynı 94 sürecinde olduğu gibi dünyada ve Türkiye’de ekonomik, siyasi dengeler alt üst olurken içe kapanmasına neden olan etkenler bugün de dünyada ve bölgede önemli değişimler olurken yaşanan “ayrışma” ile tarihin tekrar üretilmesi ironi olsa gerek. İki çizgi mücadelesini teoride savunup pratikte uygulamaması her dönem sağ sol sapmaların vücut bulmasına neden olmuştur!)

Cumhuriyetin ilk yıllarında “bu ülkeye bir KP gerekiyorsa onu da biz kurarız” diyen Türk hakim sınıfları bugünde “iktidara bir muhalefet gerekiyor ise onu da kendimiz yaparız” diyerek yapıyor. Siyasi iktidar sebze ve meyvedeki fiyat artışının nedeni uyguladığı emperyalist-kapitalist rejimin neo-liberal serbest piyasa ekonomisi değilmiş gibi marketlere “savaş” açıyor. Erdoğan’ın gıda ürünlerine gelen zammın sorumlusu olarak marketleri açıklamasından bir gün sonra ticaret bakanı Ruhsar Pekcan “81 il valiliğine yazı göndererek yerinde denetimi başlattıklarını” açıkladı.

Marketlerin gıda ürünlerine gelen fahiş zamlarda payı var mı? Elbette var cevabıyla birlikte hangi marketlerin sorumluluğu var sorusunu da sormalıyız. Türkiye’de 200 büyük şirkete ait (Migros, BİM, A-101, Şok vs…) perakende satış yapan 25 bin market zinciri var. “Yerel market” olarak ifade edilen küçük işletmelerin meyve ve sebze fiyatlarının artışında, gıda fiyatları artışında payı yoktur. Sermaye birikimlerinin yetersiz olması nedeniyle iç pazarda koşulları belirleme güçleri de yoktur.

Bunlarda raflardaki ürünleri büyük şirketlerden satın alıyor. Migros, BİM, A-101 vb. perakende şirketleri ise tüccar, komisyoncu, hal gibi aracı kurumları aradan kaldırıp, malı küçük üretici köylüden satın alır. Birçoğu da köylü ile sözleşmeli üretim anlaşması yaparak, mahsule en başından, tohum toprak ile buluşmadan satın almış olur. Son baharda soğan fiyatlarının rekolte düşüklüğü ve ithal tohumun neden olduğu hastalık nedeniyle artması hükümetin hedefine ve küçük üreticiye ait depoları sokmuştu. Soğan avı yapılırken bir tane bile büyük şirket deposu, market deposu basılmamıştı. Çünkü amaç üzüm yemek değildi.

Komprador burjuvaziye ait büyük market zincirleri dünyanın en büyük perakendecileri içinde yer alıyor. Resmi verilere göre BİM’in 2018 yılındaki geliri 6.6 milyar dolar, Migros’un 4.2 milyar dolar, A-101’in ise 3.8 milyar dolar. Emperyalist kapitalist rejimin coğrafyamızdaki kasalarına milyar dolarlar dolarken, sağan-patates 7 TL, biber 20 TL, patlıcan 15 TL, domates 15 TL ile emekçilerin mutfağını yakıyor.

Ülke nüfusu artıyor, buna karşılık küçük üretici/köylü borç yükünün altında ezilerek tarım dışı alanlara yöneliyor, yüzlerce yıldır ekip biçtiği toprağından üretimden çekilmek zorunda kalıyor (bırakılıyor). 2018’de mercimek üretimi bir önceki yıla oranla %25.5, kuru soğan üretimi % 9.4, domates üretimi % 4.7 geriledi. Domates üretiminde dünya 3.’sü iken domates konservesi ithalatçısı olundu.

“Köylünün ve çiftçinin en verimli zamanıydı. Yeni ürünleri satmaya başlayacaktık. Çiftçi mağdur oldu. Özellikle bizim mahallemizde dolu kaynaklı zararlar var. Bugün seralardaki biberleri toplayacaktık; fakat şuan ürün toplayamıyoruz, çünkü camlar kırık içeri girmek tehlikeli. Temizlemek ve yenilemek en az 1 ay sürer. Bu yıl mağdur olduk.

Bu yılki mahsulümüzden hiçbir şey beklemiyoruz.” (29.01.2019. Bir Gün). Bu sözler iklim değişikliğinin meydana getirdiği doğa (aşırı yağış, dolu, sel, hortum…) olaylarında serası yok olan üreticiye ait. Dünya Bankası’nın raporuna göre dünyada meydana gelen sel oranı %45 artmış. Coğrafyamızda karşılığı; nehirlerin taşması sonucu Antalya, Mersin, Adana, Balıkesir, Çanakkale, Manisa, Aydın (liste uzuyor) gibi illerde tarım arazilerinin sular altında kalması ve köylünün emeğinin yok olmasıdır.

Bir yanda siyasi iktidar erklerinin uyguladığı emperyalist-kapitalist neo-liberal tarım politikası diğer yanda kapitalist rejimin yüzlerce yıldır daha fazla kâr uğruna doğada meydana getirdiği ağır tahribat. Küresel ısınmanın yol açtığı (iklim kayması ve değişimi) ani doğa olayları tarımsal üretimi daha da içinden çıkılmaz bir hale sokuyor.

Siyasi iktidar partisi ve temsil ettiği sermaye gruplarının uyguladığı emperyalist kapitalist neo-liberal serbest piyasa ekonomi politikası ülkemizde köylüyü/küçük üreticiyi kapitalist tekeller karşısında savunmasız bıraktığı gibi aynı zamanda onlara biraz daha bağımlı hale getiriyor. Tohum, gübre, ilaç vs. hepsi çok uluslu biyokimya şirketlerinin tekelinde.

Köylü geleneksel üretim biçiminden (uzaklaştıkça) gıda ve ilaç şirketlerinin/tekellerin kontrolüne giriyor. Bu mezar kazıcıların sarmalından çıkanın yolu küçük üretici/köylünün kendi öz gücü olan tarım kooperatiflerinde bir araya gelerek mezar kazıcılarına karşı birleşmesidir. Tüccara, komisyoncuya, market zincirlerine karşı mücadele etmeden alın terine, emeğe sahip çıkılamaz. Tarladan mutfağa uzanan paslı zinciri kırmadan ucuz gıdaya ulaşılamaz.

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Diğer içerik
Kapalı
Başa dön tuşu