MakalelerPusula

Vartinik’ten Aliboğazı’na… Onların yolunda yürümenin cesaretini kuşanmak…

Devrimin zaferinin yolunun silahlı mücadele olması zorunluluğu, kolektifimizin kurulduğu günden bu yana 600’ün üzerinde şehit vermesini getirmiştir. Diğer devrimci yapıların ve Kürt Ulusal Hareketi’nin şehitleri de düşünüldüğünde bu topraklarının her karışının devrimcilerin kanıyla sulanmış olduğu gerçeği karşımıza çıkar. Bizler zafer söylemlerimizi, en başta şehitlerimize veririz. Onların yürüdükleri yolu tamamlayacağımızı, o büyük günü onlara atfedeceğimizi, miraslarını daha da büyüteceğimizi söyleriz. Olması gereken de budur. Fakat verdiğimiz sözleri tutmak en başta onların yolundan yürümenin cesaretini ve kararlılığını kuşandığımız ölçüde olacaktır. O halde ilk sorumuz bu olmalıdır?

Zafer türküleriyle “en önde ben olmalıyım!” diyenlerin cesaretini ve kararlılığını kuşanıyor muyuz? Yapılması gerekenleri, ödenecek bedeli bir an bile hesaplamadan yapmaya girişiyor muyuz? Yoksa kendimize bile bazen itiraf etmek istemediğimiz hesaplarımız, “gelecek” kaygılarımız, aile telaşımız bizleri sürekli olarak geri çeken zincir işlevini görmeye devam mı ediyor? Her bir zorlukla karşılaştığımızda kendimizin yarattığı zincirleri bahane mi ediyoruz?

Ezenlerle ezilenler arasındaki mücadelenin geldiği boyutu görmek için, gözlerimizi azıcık kendimizden uzaklaştırmamız yeterli. Türkiye Kürdistanı’nda şehirler yok edildi bu iki yıl içinde, devrimcilerin, halkın içinde olduğu bodrumlar ateşe verildi… Rojava, içinde Türkiyeli devrimcilerin de olduğu enternasyonal savaşçıların can bedeli mücadeleleriyle varlık savaşı veriyor. Her yıl binlerce insan, emperyalistler ve işbirlikçilerinin yarattığı savaşlardan emperyalist merkezlere kaçarken yollarda ölüyor/boğuluyor!

En iyi ihtimalle, hiçbir alt yapısı bulunmayan, üstelik başta “kadın ticareti” olmak üzere her türlü saldırıya maruz kaldıkları kamplarda hapsediliyorlar. Daha fazla kar için, dünyanın yaşanılabilir her santi metre karesini suyu, toprağı ve havasıyla talan ediyorlar… Daha saymaya gerek var mı? Aslında mücadelenin gereklerini yerine getirmemek için sayılan, bazen yaratılan bahanelerden çok daha fazlasının bizleri mücadeleye zorladığını görmemek imkânsızdır. O halde bize düşen Vartinik’ten Aliboğazı’na, onların yolundan yürümenin cesaretini kuşanmaktır! Verdiğimiz sözleri yerine getirmenin ilk adımı budur, bizi geri çeken ne varsa hepsini koparıp atmak, yüzümüzü ileriye dönmektir.

 

Her seferinde sınırları zorlamak

Mücadele her tarihsel dönemeçte, her yeni aşamada bizlerden daha üst boyutta sorumluluklar ister. Sürekli sınırlarımızı zorlamak, gelişmenin ve mücadeleye cevap olmanın tek yoludur. Belki de ilk başta kavramamız gereken hem birey olarak hem de kolektif olarak, politik varlık olmanın sürekli bir mücadeleyi gerektirdiğidir. Yaşamın akışı, bu sürekliliği koşullamaktadır. Halkımızın, ekmek peşindeki yaşamı da sürekli bir mücadele değil midir?

Bu sistemin, emeği gasp eden yapısını hangi mesleğe sahip olunursa olunsun bireylerin kendilerini sürekli risk içinde, yarını belirsiz özcesi hep ekmek, onur kavgası içinde bulunmalarına yol açar. Bizim devrimci mücadelede yaşadıklarımızda bundan bağımsız değildir. Hatırlayalım, 19 Aralık katliamından sonra ölüm oruççusu bir yoldaşımız “dünyanın dört bir yanında halklarımızın yaşadığı açlığı paylaşıyoruz” mealinde bir sözle açıklamıştı eylemini. Vartinik’te yaralı kurtulduktan sonra ihbar sonucu tutsak düşen önder yoldaşımız Kaypakkaya’nın, baskına uğradıklarında yani kışın ortasında her ikisi de ayak topuğuna kadar yırtık ayakkabıların ayağında olmasını hatırlayalım. Kaypakkaya bu bilgiyi yoldaşlarına ayaklarının donmasını ve köye gidiş nedenlerini anlatırken vermek zorunda kalıyor. Bu yaşanmazsa, belki hiçbir zaman sorun etmeyeceği, söylemeyeceği bir şeydir bu… Ne yokluk, ne açlık, ne çeşitli zorluklar, inanmış ve cesaretini kuşanmış bir devrimciye geri adım attıramaz.

Kolektifimiz içinde bu saydıklarımız daha farklı bir düzlemde geçerlidir. Kolektifimiz mücadelenin gereklerine cevap verir hale gelmesi elbette ki yaşamdaki çelişkilere hâkim olması, değişen her tarihsel süreci yakalayıp kendini yeniden şekillendirmeye açık olması ve sınırlarını zorlamasıyla mümkün olacaktır. Bunun dışında var olan durumla, örgütlenmelerle, şiarlarla, mücadele alanlarıyla yetinmek, mücadeleyi her alana yaymaktan ziyade belli yerlerde varlığını sürdürmeyi başarı saymak, ezilen kesimlerle bağ kurmaktan kaçınmak süreç içerisinde politik olarak varlığının sorgulanır hale gelmesine yol açar. Özellikle de içinde bulunulan aslında koşullara, kendiliğindenciliğe teslimiyet olan bu durumlardan kopuş, kendisini geri çeken tüm engelleri, zincirleri hiç açmadan kendisiyle olacaktır. Bu, ileri atılmanın kıstasıdır. Zincirleri örtmek, yapay/geçici adımlar atmak belli bir süre kazandırsa da gerçekler eninde sonunda kendilerini dayatırlar. Burada konumuz dâhilinde vurgulanması gereken nokta, yaşanan hiçbir krizin, gerilemenin mücadelede “başıboşlukla, gevşeklikle, korkaklık ve adam sendecilikle” çözülemeyeceğini bilmektir. Aksine böyle zamanlar, süreçlere cevap olmak için kendimizi ve kolektifimizi zorlamanın, sağlam ve kararlı durmanın en çok gerektiği zamanlardır.

Vartinik baskınını yemiş, pek çok kadrosu daha faaliyet içinde ya şehit olmuş ya da tutsak düşmüş ama tüm bunlara rağmen Türkiye Devrim Hareketi’nin ana akımlarından biri olmuş kolektifin militanıyız. Peki, bu nasıl oldu? Kaypakkaya yoldaşın 28 Şubat 1973 tarihinde Diyarbakır sıkıyönetim tutukevinden ilk fırsatta dışarıda kalan yoldaşlara ulaştırdığı mektup, bize komünist bir kadronun, en zor zamanlardaki duruşuna açık ve yalın bir örnek sergilemektedir. (Mektubun tamamı, Bütün Yazılar, Umut Yayıncılık, s. 555-558’den okunabilir.) Bu mektup, dondukları için ayak parmakları yeni kesilmiş, sorgulanmakta olan ve “idamım veya en azından müebbetim muhakkak…” diyen “bir tutsağın” mektubudur. Her şeye rağmen umudu yüreğinde hisseden, en zorlu koşullarda bile sadece mücadeleyi ve yapılması gerekenleri düşünen bu fikirlerini yoldaşlarına ilk fırsatta ulaştıran komünist bir duruşun örneğini görüyoruz, hala bize yol gösteren bir duruşun… Yoldaşlara, hemen önlemlerini artırmalarını, bölgelerde tekrar örgütlenmelerini ve silahlı mücadeleyi asla durdurmamalarını birçok öneriyle birlikte sıralıyor. Sözlerini de “daha sıkı, daha sağlam, daha kararlı bir savaş dilerim” şeklinde sonlandırıyor. Yaşanan ilk örgütsel yenilgiden, işte bu en zor koşullarda dahi direnme gücünü hiç kaybetmeyen, her zaman mücadeleyi geliştirmenin yollarını arayan ve bunu yoldaşlarına ulaştıran, kendini mücadelenin, kolektifimizin öznesi olarak gören yoldaşların cesareti ve kararlılığı çıkmamızı sağlamıştır. Mirası sahiplenmek, kadro ve militanların bu ruhu, bu azmi ve iradeyi kuşanmasıyla olacaktır en başta…

 

Baş eğmeyenlerin güçlü sesi olmak

Aliboğazı şehitlerimiz, düşmanın kendi basınında yansıttığından da gördüğümüz gibi son yılların en büyük operasyonlarından birinde büyük bir direniş destanını bize miras bıraktılar. Onların Aliboğazı’ndaki direnişi, ne kadar zor koşullarda olursa olsun mücadeleyi büyütmeyi olanaksızlıklardan olanak yaratmayı öğretiyor bize! Onların direnişi ve düşmana verdikleri zayiat, her koşul altında başıma ne gelirin değil, düşmanın başına ne getiririm? (Mehmet Demirdağ) diye düşünmenin, inanmanın sonucudur. Onların direnişi, Vartinik’ten günümüze baş eğmeyenlerin güçlü sesi olmuştur.

O halde sorularımızı yenilemenin zamanıdır. Vartinik’ten Aliboğazı’na onların yolundan yürümenin cesaretini kuşanacak mıyız? Vartinik’ten Aliboğazı’na onlar gibi geri çeken tüm zincirleri kıracak mıyız? O zaman hem teoride hem pratikte, ileri atılmanın ve “daha sıkı, daha sağlam, daha kararlı bir savaş yürütmenin zamanıdır…”

 

Bir Partizan

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu