Güncel

Amerikan İdeolojisi

Samir Amin

Özgür Üniversite
Al-Ahram Weekly’den çeviren: Mehmet Beyazıt

Bugün ABD, savaş suçlularından oluşan bir cunta tarafından yönetilmektedir. Bu cunta bir tür darbe ile iktidara gelmiştir. Bu darbe, şaibeler altında yapılan seçimlerden sonra gerçekleşmiş olabilir, ama unutmayalım ki Hitler de seçilmiş bir politikacıydı. Bu kıyaslamada, 11 Eylül Nazilerin ünlü “parlamento yangını” işlevini yerine getirmektedir ve bu da cuntaya, polis gücünü Gestapo ile aynı biçimde kullanma olanağı sağlamaktadır. Onların kendi Mein Kampf (1)ı (Ulusal Güvenlik Stratejisi), kendi kitlesel birlikleri (yurtsever organizasyonları) ve kendi vaizleri vardır. Bunları söyleyebilecek cesarete sahip olmamız ve bu gerçekleri şimdiye dek anlamını tamamen yitirmiş olan “ABD’li dostlarımız” türünden ifadelerle maskelemekten vazgeçmemiz son derece önemlidir.
Politik kültür uzun vadeli tarihsel bir üründür. Bu sıfatla, belirgin bir biçimde her ülkenin kendine özgüdür. ABD politik kültürü, Avrupa kıtasının tarihsel gelişim sürecinde ortaya çıkmış olandan kesinlikle farklıdır. Bu kültür, aşırı Protestan mezhepler tarafından modern İngiltere’nin kurulması, kıta üzerinde yaşayan yerli halkların soykırımı, Afrikalıların köleleştirilmesi ve XIX. yy. boyunca art arda gerçekleşen göç dalgaları neticesinde, etnik ayrımcılığa dayalı toplulukların ortaya çıkışı tarafından biçimlendirilmiştir.
Modernite, laisizm ve demokrasi dinsel inanışlardaki bir değişim ve gelişme(evrim) ya da bir devrim sonucu ortaya çıkmış değildir; tersine tanrı inancının bu yeni güçlerin ihtiyaçlarını karşılayacak biçimde yeniden düzenlenmesi zorunluluğu söz konusudur. Bu düzenleme yalnızca Protestanlıkta olan bir şey değildir; farklı bir tarzda olsa da, Katolik Dünyası da aynı şekilde etkilenmiştir. Var olan inanç sistemlerinden(dogma) bağımsız, yeni bir dinsel eğilim doğmuştur. Bu bakımdan, her ne kadar Weber’in tezi kendilerine atfettiği önem nedeniyle gururları okşanan Avrupalı Protestan topluluklar tarafından yaygın biçimde kabul görüyor olsa da, kapitalist gelişmenin ön koşullarını hazırlayan şey Dinsel devrim (Reformasyon)(2) değildi. Dinsel devrim, Hıristiyanlığın en erken yorumları da dâhil olmak üzere, Avrupa’nın, ideolojik geçmişi ve feodal sistemiyle yaşamış olduğu mümkün olan en radikal kopuşmayı da temsil etmez; tersine, Reformasyon yalnızca bu türden bir kopuşun en belirsiz ve en kaba göstergesiydi.
Reformasyon’un bir tarafı egemen sınıfların eseriydi ve bu sınıflarca kontrol edilen ulusal kiliselerin(Anglikan ya da Lutherci) oluşmasına yol açtı. Aslında bu kiliseler, doğmakta olan burjuva sınıfı, monarşi ve büyük toprak sahipleri arasındaki bir uzlaşmayı temsil ediyordu ve bu uzlaşma sayesinde yoksullar ve köylüler tarafından yaratılan tehdit uzaklaştırılmış oluyordu.
Ulusal kiliselerin kurulmasıyla birlikte Katolik düşüncedeki evrensellik boyutunun marjinalleşmesinin en başta monarşinin gücünün pekişmesine hizmet ettiğini söylemek mümkündür. Çünkü bu yeni durum, monarşinin, eski rejime ait güçler ve gelişmekte olan burjuva güçleri arasında yürüttüğü hakemlik rolünün önemini artırmış, bu sınıfların milliyetçiliğini güçlendirmiş ve dolayısıyla da, daha sonra enternasyonalist sosyalizmin öncülük edeceği evrenselciliğin(universalism) yeni biçimlerinin doğuşunun gecikmesine sebep olmuştur.
Bununla birlikte Reformasyon’un geri kalan kısmı, kapitalizmin ortaya çıkışıyla tetiklenen toplumsal dönüşümlerin asıl mağduru konumundaki alt(aşağı) tabaka tarafından yönlendirilmiştir. Bu hareketler, Ortaçağın bin yıllık hareketlerinden türetilen ve sonuçta da dönemsel ihtiyaçların gerisinde kalması kaçınılmaz olduğu için kılavuzluk etmesi de mümkün olmayan geleneksel mücadele biçimlerine başvurdular. Egemen sınıflar ise Fransız Devrimi’ni(dinsel olmayan-halkçı ve radikal demokratik seferber etme biçimleriyle birlikte) ve taleplerini, yaşamakta oldukları yeni koşullara göre, gerçekçi bir tarzda ifade etmelerini sağlayacak olanaklara kavuşmak için sosyalizmin ortaya çıkışını beklemek zorunda kalacaklardı. Oysa ilk modern Protestan gruplar, tam tersine aşırı tutucu yanılsamalara kapıldılar ve bu da halen ABD’de hızla çoğalmakta olan gerici tarikatların aynı türden kıyametçi görüş temelinde sınırsız bir şekilde artmasını teşvik etmiştir.
XVII. yy. İngiltere’sinden göç etmeye zorlanan Protestan tarikatlar Hıristiyanlığın, Katolik ve Ortodoks -dogmatik- yorumların her ikisinden de farklı ve özel bir biçimini geliştirdiler. Bu tarikatların ortaya çıkardığı Hıristiyanlık tarzı, İngiliz egemen sınıfının çoğunluğunu oluşturan Anglikanlar da dahil Avrupalı Protestanların bile çoğunluğu tarafından kabul edilmiyordu. Genel hatlarıyla ifade edecek olursak, Reformasyon’un tipik özelliği, Katolik inancı ve Ortodoks Kilisesi’nin Hıristiyanlığı -Yahudilikten bir kopuş olarak – tanımlarken marjinalleştirdiği Eski Ahit’i geri istiyor olmasıydı. Bu Protestanlar, Yahudiliğin gerçek halefleri olarak, Hıristiyanlığı eski yerine oturttular.
Protestanlığın, gitmesi gereken yere -Yeni İngiltere’ye- ulaşan bu farklı biçimi günümüze dek Amerikan ideolojisini biçimlendirmeye devam etmektedir. Herşeyden önce meşruiyetini Kutsal Kitaba dayandırarak bu yeni Kıta’nın fethini kolaylaştırmıştır. (İsrail’in vaadolunan ülkeyi(Filistin) zorluklarla fethedişi hakkındaki İncil’de bahsi geçen konu, Kuzey Amerika söyleminde (discourse) sürekli yinelenen bir temadır.) Daha sonra ABD, bu tanrısal misyonu tüm dünyayı kuşatacak şekilde genişletmiştir. Böylelikle Kuzey Amerikalılar kendilerini “seçilmişler” olarak görmeye başlamışlardır ve bu da pratikte Nazilerin “üstün ırk” tabiriyle aynı anlama gelen bir ifadedir. Günümüzde insanlığın karşı karşıya olduğu tehlike budur. İşte bu nedenle, ABD emperyalizmi (“İmparatorluk” değil) çoğunluğu asla “tanrı tarafından görevlendirilmiş olma” gibi bir iddiada bulunmamış olan atalarından daha da canavarca davranacaktır.
Geçmişin olduğu gibi yineleneceğine inananlardan değilim. Tarih insanları dönüştürür. Avrupa’da gerçekleşmiş olan şey budur. Ama ne yazık ki ABD tarihi, kökenleriyle ilgili korkunç ve nefret verici olayları yok edecek tarzda işlemek şöyle dursun, bu dehşeti artırmış ve etkilerini ebedileştirmiştir. Bu durum hem Amerikan “Devrimi” hem de birbirini izleyen göç dalgaları boyunca gerçekleşen ülkenin yerleşimi konusunda böyledir.
“Amerikan Devrimi”, üstün niteliklerini övmek amacıyla yapılan genel geçer girişimlere rağmen, herhangi bir toplumsal boyuttan tamamen yoksun ve sınırlı bir bağımsızlık savaşından başka bir şey değildi. ABD’ye yerleşen göçmenler, İngiliz monarşisine karşı gerçekleştirdikleri ayaklanma boyunca hiçbir zaman ekonomik ve toplumsal ilişkileri dönüştürmeye çalışmadılar. Tüm yaptıkları, karlarını Anavatan’ın egemen sınıfıyla paylaşmayı reddetmekten ibaretti. İktidarı bir şeyleri değiştirmek adına değil, aynı şeyleri daha kararlı ve daha yüksek marjlarla(pay) yapmaya devam etmek uğruna kendileri için istediler. Asıl amaçları Batı’ya yerleşmeyi sürdürmekti. Bu ise, başka bir çok şeyin yanısıra, her şeyden önce Amerikan Yerlilerinin(Kızılderili) soykırımı anlamına geliyordu. Aynı şekilde, devrimciler köleliğe de asla karşı çıkmadılar. Gerçekten de, Devrim’in ünlü liderlerinin çoğu köle sahipleriydiler ve onların bu konudaki önyargıları hiç bir zaman değişmemiştir.
Amerikan Yerlileri’nin soykırıma uğratılması, seçilmiş olduklarına inanan bu yabancı insanların tanrısal misyonlarında üstü kapalı bir biçimde ifade edilmekteydi. Katliamın sorumluluğunu basitçe eski(modası geçmiş) ve uzak bir geçmişin ahlak anlayışı üzerine yıkamayız. Ta 1960’lara kadar soykırım hareketi alenen ve gururla ifade(ilân) ediliyordu. Hollywood filmleri “iyi huylu” kovboyla “kötü yürekli” Yerli Amerikalıyı (Kızılderili’yi) boy ölçüştürüyordu. Peş peşe gelen kuşaklar geçmişin bu kötü taklidi üzerinden eğitildiler.
Aynı şey kölelik için de geçerlidir. Bağımsızlık ilanının ardından, köleliğin ortadan kaldırılabilmesi için yüzyıla yakın bir zamanın geçmesi gerekmiştir. Ama, Fransız Devrimi’nin taleplerinin tersine, köleliğin kaldırılma zamanı geldiğinde, bu olayın ahlâki değer yargılarıyla (doğru ya da yanlış olmakla) hiç bir ilişkisi kalmamıştı. Kölelik kaldırıldı, çünkü artık kapitalizmin yayılma amacına hizmet etmiyordu. Böylece, Afrika-kökenli Amerikalılar asgari yurttaşlık haklarına kavuşmak için bile bir yüzyıl daha beklemek zorunda kaldılar. O zaman bile, egemen sınıfın çok derin kökleri olan ırkçılığı hemen hemen hiç sorgulanmadı. 1960’lara kadar linç etme olayları, aile piknikleri için bahane yaratması koşuluyla, alelâde(gündelik) bir olaymış gibi devam etti. Gerçekte, linç uygulaması (alışkanlığı) daha farklı ve dolaylı bir yoldan, adalet sistemi adı altında bugün de devam etmektedir. Bu sistem, çoğu Afrika kökenli olan binlerce insanı, en az yarısının masum olduğunun genel olarak bilinmesine rağmen, ölüme göndermektedir.
Birbirini izleyen göç dalgaları, aynı zamanda, ABD ideolojisinin güçlenmesine de katkıda bulunmuştur. Göçmenler, göç etmelerine neden olan sefalet ve zulümden elbette sorumlu değildiler. Onlar, yurtlarını terk ederken, bu sefalet ve zulmün kurbanlarıydılar. Yine de göç, anavatandaki koşulları değiştirmek için sürdürülen ortak mücadeleden vazgeçmek demekti : Onlar, acı ve ıstıraplarını ev sahibi ülkenin “her koyun kendi bacağından asılır” ifadesinde anlamını bulan bireycilik(egoizm) ideolojisiyle değiş tokuş ettiler. Bu ideolojik değişim sınıf-bilincinin ortaya çıkışını da geciktirmektedir; öyle ki bu bilinç henüz politik ifadesine kavuşmadan yeni bir göç dalgası geliyor ve bunu engelliyordu. Göç, aynı zamanda, ABD toplumunun “etnik yapısının güçlenmesine” de katkıda bulunmaktadır. ABD sisteminin yalnızca açığı kapatmak amacıyla desteklediği bir uygulamadır; çünkü kaçınılmaz olarak sınıf bilincini ve aktif vatandaşlığı da zayıflatmaktadır.
Sonuçta, Parisliler “cenneti ele geçirmeye” hazırlanırken (1871’de Komünarların ifade ettiği gibi), ABD kentleri, İrlandalılar ve İtalyanlar gibi yoksul göçmenlerin birbirini izleyen kuşaklarından oluşan ve egemen sınırlar tarafından (olumsuz) yönlendirilen çeteler arasında gerçekleşecek bir dizi kanlı savaş için ortam oluşturmak üzere hazırdı.
Bugün ABD’de bir işçi partisi yoktur, hiçbir zaman da olmamıştır. Etkili olan işçi sendikaları kelimenin tam anlamıyla apolitiktir(siyasete ilgi duymamaktadır). Sorunlarını paylaşıp dile getirebilecek bir partiyle ilişkileri olmadığı gibi, açıkça ifade edebildikleri kendilerine ait herhangi bir sosyalist görüşe de sahip değildirler. Bunun yerine, başkalarıyla birlikte egemen liberal ideolojiye razı olmaktadırlar(kabul etmektedirler) ve bu nedenle de bu ideoloji itiraz kabul etmez bir şey olarak kalmaktadır. Karşı koydukları zaman ise, bu mücadele, liberalizmi hiçbir biçimde sorun etmeyen sınırlı ve özel bir gündem olarak kalmaktadır. Bu bakımdan, geçmişte olduğu gibi şimdi de “post-modernist” olarak kalmaktadırlar.
Ancak, işçi sınıfı için, topluluk inançlarının sosyalist ideolojinin yerini tutması mümkün değildir. Bu durum, ABD’deki en radikal topluluk olan Afrika-kökenliler için de geçerlidir. Çünkü topluluğa ait(communitarian) ideolojilere dayanan mücadeleler, doğası gereği, yerleşik ırkçılığa karşı yürütülen savaşımla sınırlıdır.
“Avrupa’ya ait” ideolojilerle ABD ideolojisi arasındaki farlılıkların en çok görmezlikten gelinen yönlerinden biri, gelişmeleri üzerinde Aydınlanma’nın yapmış olduğu etkidir.
Bilindiği gibi, modern Avrupa kültürleri ve ideolojilerinin yaratılmasında sonucu belirleyen(nihai) unsur Aydınlanma felsefesi olmuştur. Bu felsefenin etkileri, yalnızca Katolik Fransa ya da Protestan İngiltere ve Hollanda da değil, aynı zamanda Almanya ve hatta Rusya’da günümüze dek önemli ölçüde süregelmiştir.
Bu durum ABD ile kıyaslandığında, Aydınlanma’nın neredeyse hiç etkili olamadığı ve yalnızca “aristokrat” ve kölecilik yanlısı olan küçük bir azınlığın ilgisini çektiği görülür. Bu azınlık ise, Jefferson, Madison ve başka birkaç kişi tarafından gelecek kuşaklar için toparlanmış bir gruptur. Genel olarak, Yeni İngiltere’nin tarikatları, Aydınlanma’nın eleştirel ruhundan hiç etkilenmemişlerdir ve uygarlıkları Lumieres’in tanrı tanımayan rasyonalizminden ziyade Salem’in (3) Cadıları’na daha yakın olmayı sürdürmüştür.
Aydınlanma’nın bu reddedilişinin meyveleri, erginlik çağına girmiş Yanki burjuvazi olarak karşımıza çıkmıştır. İngiltere dışında, “Bilim”in (yani fizik gibi zor bilimlerin) toplumun alınyazısını belirlemesi gerektiğine inanan, sıradan ve yanlış bir düşünce ortaya çıktı ve bu fikir ABD’de yüz yıldan daha fazla bir süre için sadece egemen sınıflar tarafından değil genel olarak tüm insanlarca kabul edildi.
Bilimin dinin yerine bu şekilde ikame edilmesi, ABD ideolojisinin çarpıcı ve ayırdedici niteliklerinin bir kısmını anlamamızı sağlamaktadır. Bu ise felsefenin neden bu kadar önemsiz olduğunu göstermektedir; çünkü ampirizmin(deneyimciliğin) en yoksullaştırılmış(basitleştirilmiş) haline indirgenmektedir. Bu aynı zamanda sosyal bilimleri “teorik” (yani, “zor” ) bilimlere indirgeme çılgınlığının nasıl bir şey olduğunu da açıklamaktadır: Böylece kuramsal iktisat bilimi politik iktisadın yerini almakta ve “genetik” bilimi ise antropoloji ve sosyolojinin yerine geçmektedir. Bu sonuncu zavallı yanılgı çağdaş Amerikan ideolojisi ile Nazi ideolojisi arasında bir başka can alıcı yakınlık sağlamaktadır. Bu ideolojinin, tüm ABD tarihi boyunca devam eden şiddetli ırkçılık tarafından beslenerek oluşturulduğuna şüphe yoktur. Bu tuhaf bilim anlayışından kaynaklanan başka bir yanılgı da kozmolojik kuramla ilgili bir yetersizlik olarak karşımıza çıkmaktadır ve “Bing-Bang” (4) teorisi, bu konuda en tanınmış örnektir.
Başka şeylerin yanısıra, Aydınlanma’nın bize öğrettiği şeylerden biri de fiziğin, evrenin birtakım sınırlı görüngülerini inceleyen ve araştırma nesnesi olarak bu görüngülerden birini seçip kullanan bir bilim olduğudur. Yani, fiziğin açıklamaya çalıştığı şey, bir bütün olarak evrenin kendisi değildir. Evrenin bir bütün olarak ele alınması bilimsel bir kavram olmaktan çok metafizik bir anlayıştır. Bu düzeyde, ABD düşünce sistemi, modern bilimsel gelenekten çok, dinsel inançla(faith) aklı uzlaştırmaya çalışan modernizm öncesi girişimlere daha yakındır. Bu gerici görüş, Yeni İngiltere’nin Protestan yandaşlarının amaçlarına ve bunların yarattığı bir tür dinsel topluma mükemmel bir biçimde uygun düşmekteydi.
Bilindiği üzere, günümüzde Avrupa’yı tehdit eden şey de bu türden bir gericiliktir.
ABD toplumunun tarihsel oluşumunu şekillendiren bu iki faktör -yani İncil’e dayanan egemen bir ideoloji ve bir işçi partisinin olmayışı- tümüyle alışılmışın dışında bir durum ortaya çıkardı: Gerçekte (de fakto) bir tek parti (yani sermaye partisi) tarafından işletilen bir sistem.
Bu (tek) partiyi oluşturan iki parçanın her ikisi de liberalizmin aynı temel formunu paylaşmaktadır. Her ikisi de, bu türden budanmış ve iktidarsız bir demokrasiye katılım gösteren azınlık kesime (seçmen kitlesinin %40’ı kadarına) hitabetmektedir. İşçi sınıfı çoğunlukla oy kullanmadığı için, bu partinin her bir parçasının da söylemlerini onlara göre ayarladıkları, kendi müşteri kitlesi vardır. Her ikisinin de elde ettiği(elinde tuttuğu), bir takım kapitalist çıkar gruplarının temsilcileri ve bu topluluğu destekleyen gruplardan oluşan seçim bölgeleri mevcuttur.
Bugün ABD demokrasisi, benim “düşük yoğunluklu demokrasi” diye adlandırdığım şeyin gelişmiş bir örneğini(model) teşkil etmektedir. Bu demokrasinin işleyişi, -seçim sistemine dayalı demokrasi yoluyla- politik yaşamın yönetimi, ve -sermaye birikimi yasaları uyarınca işleyen- ekonomik yaşamın yönetiminin birbirinden tam anlamıyla ayrıştırılmasına dayanmaktadır. Üstelik, bu ayrıştırma herhangi bir radikal(köklü) itirazla da karşılaşmamaktadır ve oy birliği denen şeyin bir parçasıdır. Fakat pratikte politik demokrasinin tüm yaratıcı potansiyelini yok eden şey bu ayrıştırmadır. Bu durum, -“pazar”a ve onun buyruklarına boyun eğerek iktidarsızlaşan – parlamento vb. temsili kurumları hadım etmektedir. Bu bakımdan, Demokratlara ya da Cumhuriyetçilere oy vermenin sonuç itibarıyla hiç bir anlamı yoktur. Çünkü ABD halkının geleceğine karar veren şey seçim sonuçları değil, finansal ve diğer pazarların kaprisleridir.
Sonuç olarak, ABD devleti sırf ekonomiye (yani sermayeye) hizmet etmek için vardır ve toplumsal sorunları tamamen yok sayarak sermayeye itaat etmektedir. Bu devletin bu şekilde hareket edebilmesinin bir tek temel nedeni vardır : ABD toplumunu oluşturan tarihsel süreç, işçi sınıfının politik bilincinin gelişmesini engellemiştir.
Bunu, geçmişte toplumsal çıkar grupları arasında yaşanan çatışmalarda, zorunlu bir forum işlevini yerine getiren (ve yine getirebilecek olan ) Avrupa ile karşılaştırdığımızda; Avrupa devletinin demokratik uygulamaları gerçek anlamıyla tanıyan (hayata geçiren) toplumsal uzlaşmalardan yana olmasının nedeni budur. Sınıf mücadelesi ve diğer politik mücadeleler, devleti bu şekilde davranmaya zorlamayıp, sermaye birikimimin kendine özgü mantığı karşısında özerk bir yapı sergileyemedikleri takdirde; demokrasi, ABD’de olduğu gibi tamamen anlamsız bir deneyim olacaktır.
Egemen dinsel pratik ve bunun aşırı tutucu söylem yoluyla sömürüsü ile ezilen sınıflar içindeki politik bilinç eksikliğinin bileşimi, ABD politik sistemine eşsiz bir manevra yeteneği kazandırmaktadır. Bu sayede, ABD, demokratik uygulamaların potansiyel etkisini yok edebilmekte ve bu uygulamaları tehlikesiz dinsel törenlere (ör: Gösteri ve eğlenceden ibaret politika, politik kampanyaların çığırtkanlar tarafından yönetilen resmi açılış törenleri vb.) indirgeyebilmektedir.
Bununla birlikte, bu durumun bizi yanıltmasına fırsat vermemeliyiz. Çünkü, hakim konumda olan ve kendi mantığını iktidarın gerçek sahiplerine yani sermaye ve onun yönetimdeki uşaklarına empoze eden(dayatan) güç bu aşırı tutucu ideoloji değildir. Tüm kararları veren ve yalnızca kendisi istediği zaman, ABD ideolojisini, kendi amacı doğrultusunda seferber eden güç, sadece ve sadece sermayedir. Savaş düzeninde konuşlandırılan araçlar -dezenformasyonun sistematik ve eşi görülmemiş bir biçimde kullanımı-, eleştirmenlere sürekli olarak çirkin şantajlar yapmak ve yalıtmak suretiyle, onların amacına hizmet edebilmektedir. Böylece egemen güçler “kamuoyunu” aptallaştırıp, istedikleri gibi yönlendirebilmektedirler.
Bu koşullar (genel durum ) sayesinde, ABD egemen sınıfı, yabancı gözlemciler için çok açık olan ama her nasılsa ABD halkının kendisi tarafından fark edilmesi mümkün olmayan, ikiyüzlülük kılıfı altına gizlenmiş olan bir çeşit topyekûn kinizmi(olumsuzluk) besleyip güçlendirmektedir. Bu rejim, ihtiyaç hâsıl olur olmaz, şiddete (en aşırı şekline bile) başvurmaktan dolayı çok mutludur. ABD’li tüm radikal eylemciler bunu çok iyi bilmektedirler; ilkelerine ihanet etmek ya da günün birinde öldürülmekten başka seçenekleri yoktur.
Tüm diğer ideolojiler gibi, ABD ideolojisi de sürekli olarak “eskiyip yıpranmakta”dır. Toplumsal muhalefet düzeyinin belirlenmiş sınırlar içine çeldiği (varsayılan) ve sağlam bir ekonomik büyümeyle karakterize olan sükûnet dönemlerinde, egemen sınıfın kendi halkı üzerindeki baskısı doğal olarak gevşer. Bu nedenle egemen güçler, ara sıra, klasik yöntemleri kullanarak bu ideolojiyi daha dinamik bir hale getirmek zorundadırlar: ABD toplumu resmi tanımı (buyruklar) gereği iyi olduğu için, her zaman bir yabancı olan ve yok edilmesi için mümkün olan tüm araçların seferber edilmesini haklı gösterecek bir düşman (şer ekseni, terörist devlet vb.) seçilir. Geçmişte bu düşman komünizmdi; bugünkü “ABD savunucuları”nın unuttuğu bir fenomen olan McCarthyism, soğuk savaşın başlatılmasını ve Avrupa’nın marjinalleşmesini mümkün kılmıştı. Bugün ise bu düşman “terorizm” dir ve egemen sınıfın asıl projesine -yani gezegenin askeri kontrolünü ele geçirme amacına- hizmet etmek üzere uydurulmuş bir bahaneden başka bir şey değildir.
ABD’nin en sonuncu hegemonik stratejisinin açıkça ilân edilmiş olan hedefi, Washington’un buyruklarına karşı direnç gösterebilecek herhangi bir başka gücün ortaya çıkmasına engel olmaktır. Bu yüzden, gereğinden fazla “büyümüş” olan ülkeleri, kendi “güvenlikleri” için ABD üslerini kabul etmeye gönüllü ve hazır olan, maksimum sayıda uydu devlet yaratacak şekilde parçalamak ve soymak gerekmektedir. Son üç başkanın da (baba Bush, Clinton ve oğul Bush) hemfikir olduğu üzere, sadece tek bir ülke “büyük” olma hakkına sahiptir ve bu ülke ABD’dir.
Sonuç itibarıyla, ABD hegemonyası, ekonomik sistemindeki birtakım özel “avantajlara” değil, başka hiçbir amaca hizmet etmeyecek kadar büyümüş olan askeri gücüne bağlıdır. Bu güç sayesinde ABD, küresel mafyanın rakipsiz lideri gibi bir tavır takınabilir ve ” koca yumruğuyla” aksi takdirde yola gelmeyecek olanlara bu yeni emperyalist düzeni zorla kabul ettirebilir.
Son günlerdeki başarılardan cesaret alan yüce efendi, Washington’daki gücün dizginlerini sımsıkı tutmaktadır. Seçenekler ortadadır: Ya ABD hegemonyasını ve onun süper etkili “liberalizm”ini kabul edeceksiniz -ki bu, para kazanmayla ilgili özel bir takıntıdan biraz daha farklı bir anlama gelmektedir-, ya da her ikisini de reddedeceksiniz. Birinci durumda, Washington’a dünyayı Texas motifleriyle(imajıyla) yeniden tasarlaması için tam yetki vermiş oluruz. Sadece ikinci alternatifi tercih ederek, sahiden çoğulcu, demokratik ve barışçı bir dünyanın yeniden inşa edilmesine katkı konusunda bir şeyler yapmamız mümkün olabilir.
Avrupalılar 1937’de değil de 1935’de karşı koymuş olsalardı, Nazi çılgınlığını, o kadar çok zarar vermeden evvel durdurabilirlerdi. 1939’a kadar erteleyerek, on milyonlarca kurban almasına katkıda bulunmuş oldular. Washington’un neo-Nazi meydan okumasının frenlenip yok edilebilmesi için, şimdi harekete geçmek ise bizim sorumluluğumuz dâhilindedir.

Dipnotlar
1 Mein Kampf :Adolf Hitler’in ‘Kavgam’ adlı kitabı.
2 Reformasyon: XVI. yy. Avrupa’sında Katolik Kilisesini ıslah etme girişimi olarak başlayan ve Protestan Kilisesinin kurulmasıyla sonuçlanan, Martin Luther’in ön ayak olduğu dinsel hareket.
3 Salem : ABD’nin kuzeybatısında, Pasifik kıyısında bulunan Oregon eyaletinin başkenti.
4 Büyük Patlama

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu