Manşet

Ecdadı katliamcı olanlara karşı 2 TEMMUZ’u 20. yılın öfkesiyle karşılayalım!

Taksim Gezi Parkı’nda “çalıdan az büyük yeşillikler” için başlayan protestolar, birikmiş bir öfkenin yansıması olarak onlarca şehirde, on binleri sokağa döken bir direnişe dönüştü. Alev alev yanan sokaklar, uykusuz ve çatışmayla geçen geceler ve Taksim’den yansıyan kareler; Tunuslu işsiz gencin kendini yakmasının ardından Kuzey Afrika ve Arap coğrafyasını alev topuna dönen “özgürlük” meydanlarını andırıyordu adeta.

Doğa katliamının fitilini yaktığı bu isyan kareleri art arda sıralanırken, TC devletinin sözcüsü AKP, bir doğa katliamı daha gerçekleştirerek İstanbul trafiğini “rahatlatacak” 3. Köprünün temel atma töreninin açılışını yaptı. Devlet erkanı için o kadar önemli bir olaydı ki bu tören, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile Başbakan R. T. Erdoğan’ı ve “first lady” Hayrünnisa Gül ile Emine Erdoğan’ı biraraya getirdi. Onlarca bakanı saymıyoruz bile…

Köprünün amacı, “gerekli-gereksiz” oluşu üzerine değinmeyeceğiz bu yazımızda. Ancak bu törende A. Gül tarafından Erdoğan icazetinde yapılan açılış konuşmasının ve köprüye verilen ismin, TC’nin değişmeyen Alevi düşmanlığının bir kanıtı olarak tarihe geçtiğini söylememiz gerekiyor. Her ne kadar görünürde “barış” ve “kardeşlik” için adımlar atıldığı iddia edilse de, bu adımların TC’nin faşist iskeletinde bir değişiklik yaratmadığı; daha da kötüsü bu “hassas süreçlerle” değişiklik yaratmasının mümkün olmadığını; bir kez daha görmüş, kulaklarımızla duymuş olduk. Ve dilimiz döndüğünce de bunu anlatacağız.

Atatürk Köprüsü (Boğaziçi veya 1. köprü), Fatih Sultan Mehmet Köprüsü (2. köprü)’nün ardından açılışı yapılan 3. köprüye “Yavuz Sultan Selim” adı verildi!

A. Gül, köprüye Yavuz Sultan Selim isminin verilmesi ile ilgili konuşmasında şunları söyledi: “Tarihimizle övünen, Osmanlı devletini çok daha büyüten, imparatorluğumuzu cihanşümul bir imparatorluk haline getirmekte çok fetihlere adımları olan ve Mukaddes Emanetleri bize emanet eden bu büyük sultanı, padişahı bu şekilde daima yad etmek, anmak ve ona da saygı ve şükranlarımızı bir tarih bilinci içinde göstermek için bu ismi hep beraber verdik. Bundan sonra inşallah üçüncü köprü de Yavuz Sultan Selim Köprüsü olarak seslendirilecek!” (30 Mayıs, 2013)

Adı Selim iken “Yavuz Sultan” unvanını nasıl kazanmıştı da, bugün onun ecdadı olanlar hangi “tarih bilinci” ile ona “saygı ve şükranlarını” ödemeye çalışıyorlardı?

Selim’i Selim iken “Yavuz Sultan” yapan, sadece, dedesi “Fatih Sultan” Mehmet’ten aldığı mirasla 2 kardeşi, 8 yeğeni ve de en az 3 vezirini, tahtını sağlamlaştırmak için katletmesi değildir. Onu asıl “Yavuz” yapan, Safevilere “gazaya” giderken-dönerken katlettiği ve 40 ila 70 bin arası olduğu (ki bu sayıda İdris-i Bitlisî’nin o dönemde hazırladığı belgelerde geçen sayıdır. Gerçeğin bunun katları olduğunu söylememize gerek yok) belirtilen Alevi Türkmenleri katletmesidir. Bugün A. Gül dilinden TC devletinin övündüğü, emanet aldığı tarih bilinci işte tam da katliamlardan beslenen bir bilinçtir. Bugün yad ettikleri, saygı ve şükranlarını sundukları ecdatlarından aldıkları bu bilincin bu kadar taze olması, kendilerine kalan katliamcı mirası hakkıyla kullanmalarından kaynaklıdır. Bu zihniyetin, Alevilere yönelik katliam yapmayı padişah olmanın erdemlerinden sayan ecdatlarından konu açılmışken, yalnızca “Yavuz”la sınırlı tutmak doğru değildir.

1427 yılında II. Murat’ın Amasya-Tokat-Çorum bölgesinde yüzlerce Alevi’yi katletmesi; 1511 yılında II. Bayezid’in Şah Kulu Baba Tekeli İsyanı’nda 3 bin Alevi Kızılbaşı öldürmesi ve Şah Kulu’nu idam etmesi; 1517 yılında Yozgat-Tokat’ta Bozoklu Celal, 1519 yılında Tokat-Zile’de Şah Veli, 1525 yılında Süklün Koca ve Baba Zünnun Bozok, 1526 yılında Kırşehir-Ankara yöresinde Kalender Çelebi, 1527 yılında Tokat’ta Zünnünoğlu Halil ve Hubyar Baba isyanlarında binlerce Alevi-Kızılbaşın katledilmesi…

16. yüzyılın sonlarına doğru Osmanlı’nın adaletsizliğini şiirleriyle, bağlamasıyla haykıran Pir Sultan Abdal’ın idam edilmesi, hele hele 1606 yılında Kuyucu Murat Paşa’nın 155 bin Alevi’yi özel olarak kazdırdığı kuyularda canlı canlı gömerek katletmesi, 1656-61 yılları arasında Köprülü Mehmet Paşa’nın Celali Ayaklanmalarını bastırmak bahanesiyle binlerce Alevi Türkmen’i kılıçtan geçirmesi…

Osmanlı’yı sahiplenenler bu katliamları da sahiplenmektedirler aslında. Hem de farkında ola ola… Hem de bu katliamlara her dönem bir yenisini ekleye ekleye… 1920-21’de Koçgiri, 1926 Koçuşağı, 1937-38’de Dersim’de binlerce Alevinin katledilmesine; 11 Haziran 1967’de Elbistan’ı, 5 Mart 1971’de Kırıkhan’ı, 18 Nisan 1978’de Malatya’yı, 1-4 Eylül 1978’de Sivas Ali Baba Mah katliamlarını ekleyenler de bunlar değil miydi?

Hamile kadınların karınlarının deşilip ceninlerin öldürüldüğü, 9-10 yaşlarında çocukların canlı canlı kazanlara atıldığı yüzlerce Alevi, Kızılbaş, Kürt’ün katledildiği 24 Aralık 1978 Maraş katliamının hemen ardından aylarca süren 1980 Çorum katliamını; devlet kontrolünde 8 saatlik kuşatma ile Madımak’ta diri diri yakılan 33 aydın, yazarı; 12 Mart 1995 Gazi ve Ümraniye katliamlarına ekleyenler kimdi peki? Osmanlı’nın torunu olan faşist Kemalist diktatörlüğün ta kendisi değil miydi Alevi halkı bu kanlı iktidar savaşının çarkı arasında ezen?

 

Alevi olmak hala yok sayılmak demektir

Son yıllarda AKP eliyle “Alevi açılımlarıyla” asimilasyon politikalarında biçimde bir değişiklik yapan TC devleti “Türk-Sünni” sentezini yeniden üretmeye ve “kendi Alevisini” yaratmaya çalışmaktadır. Alevilerin “cemevlerini” ibadethaneden bile saymayan ve Alevileri “camiye davet eden” AKP döneminde yani son 10 yıllık süreçte Diyanet’in verilerine göre, ülke genelinde 75 bin 369 olan cami sayısı 82 bin 693’e ulaştı.

Yine geçtiğimiz günlerde gazeteci Nedim Şener’in “Aleviler ne istiyor?” konulu Posta gazetesinde başlattığı yazı dizisinin reklam filminde yer alan “katliamlarla susturulduğu” ifadesi, TRT’yi rahatsız etmiş olacak ki, Şener’e mail gönderen TRT, reklamı “yayımlanamaz” olarak göstermişti.

Devlet için hala bu kadar kırmızıçizgi olan Türk-İslam sentezinde Alevi olmanın anlamı hala yok sayılma, asimilasyon ve katliamdır. Bunu Dersim katliamı karşısında “gerekirse özür dileriz” taslamasıyla Erdoğan’ın prim yapma çabalarına karşın katliam sayfalarında devleti aklamasında, Sivas’ta yakılan 33 kişinin katledilmesinin üzerinden 20 yıl geçmesine rağmen katliamın aydınlatılması bir yana, katillerinin serbest bırakılmasını “hayırlı olsun”larla karşılamasında görmekteyiz.

 

2 Temmuz’u 20. yılın öfkesiyle karşılayalım

Bu yıl, katliamcı devlet geleneğinin halkalarından biri olan Sivas-Madımak Katliamı’nın 20. yılı. Asker ve polisin bizzat gözetiminde gerçekleştirilen ve aralarında henüz 12 ve 15 yaşlarında 2 çocuğun da bulunduğu 33 kişinin yakılarak katledilmesi yalnızca gerici-faşist bir güruha yüklenemeyecek kadar organizeli bir katliamdır. O gün orada yüreğimizi yakıp, karşısına geçip gülerek seyredenler yalnızca o güruh değildir.

O gün orada insanlığı yakanlar, TC devletinin Osmanlı ecdatlarından miras aldığı katliamcı sistemin temsilcilerinin ta kendileridir. Katilleri Sivas’ın göbeğinde saklayanlar, onları terfi ettirip devlet kadrosu yapanlar, tahliye olduklarında bir “geçmiş olsun”larını esirgemeyenlerdir.

Sivas’ın göğünü kara ve kan kokan bulutlarla kaplayanlar; aydınlık bir dünyaya gönül veren Muhlis Akarsuları, Hasret Gültekinleri, Asaf Koçakları bir karanlığa gömmeye çalışanlara karşı bu yıl 2 Temmuz sürecini 20. yılın öfkesi ve hesap sorma bilinciyle karşılıyoruz. Canlarımızı yakanlara, hakkıyla karşılık vermek için Sivas’ı unutmayacağımızı en güçlü biçimde haykıralım!

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu