Kadın

Erdoğan her sözüyle şiddeti körüklüyor

Devlet, sınıflı toplumlarda sömürü düzeninin sorunsuz bir şekilde sürdürülmesi için gerekli düzenlemeleri yapan, baskı mekanizmaları oluşturan (bizzat kendisi de bu işleve sahip bir mekanizma olarak) birçok kurumun birleşmesiyle oluşan bir yönetim aygıtıdır. Devletin bu işlevinden yola çıkarsak; devlet şiddetini de, sömürü düzenine aykırı bir olgu ya da düşünceye yönelik bastırma, engelleme ve yok etme amaçlı şiddet türü olarak tanımlayabiliriz. Devlet aynı zamanda sömürü düzeninin diğer önemli özelliği olan erkek egemenliğini yeniden ve yeniden üretmenin bin türlü yolunu bularak, kadın üzerinde tahakküm kurar. Hele de kadın toplumsal muhalefetin aktif bir bileşeni ise devlet şiddetinin ilk olarak hedefine aldığı kesim olur.

Devlet; siyasallaşmış, bilinçlenmiş kadını baskı altına almak için yine toplumsal cinsiyet rollerini ve bunun toplumun hücrelerine sinmiş kodlarını kullanır. Yani “kadın namustur”, “kadın sahip çıkılması gerekendir” gibi anlayışları feyiz alarak; kadının toplumsal muhalif hareketlere katılımının önüne engel koymaya çalışır. Toplumun erkek egemen duygularını kullanarak, kadının başta birey olma mücadelesi olmak üzere tüm mücadelelerini gayrı meşru ilan eder. Kadının bilinçlenmesine engel olamadığında ise bu kez devreye yine kadının cinsiyet kimliğini hedef alan politikalar girer.

Devrimci, demokratik ve yurtsever hareketlerde yer alan kadınlar cinsel taciz, tecavüz, kaçırma tehditleri (ve uygulamaları) ile yüz yüze bırakılarak, başta cinsiyet kimliği ve de mücadelesi aşağılanır. TC devletinin kuruluş yıllarında Türkiye Komünist Partisi’nin kurucusu M. Suphi ve 14’lerin katledilmesi olayı sırasında hep arka planda kalan devrimci harekette yer alan Maria’nın, katliamcılar tarafından defalarca tecavüze uğrayıp, bu tecavüzler sırasında yaşamını yitirmesi; yine Proletarya Partisi’nin ve aynı zamanda Türkiye devrimci hareketinin ilk kadın şehidi olan Meral Yakar’ın katledilmesi, gerillada şehit düşen Kamile Öztürk’ün gözaltında iken tecavüze uğraması, TC tarihinin bilinçli kadına yönelik kadın kimliğini hedef alan uygulamalarla dolu olduğunu gösteren birkaç örnektir. Kürt illerinde yaşanan tecavüz, cinsel taciz ve istismar olaylarının haddi hesabının olmaması, devrimci, demokrat, yurtsever kadınların kaçırılarak ya da gözaltındayken cinsel işkenceye maruz bırakılmasının sayısız örnekleri de bunun kanıtıdır.

Bugün açısından baktığımızda özellikle Gezi İsyanı ile birlikte devletin kadına yönelik saldırılarını, daha geniş bir kesimi de şiddet parantezine alarak devam ettirdiğini görmek mümkündür.

Bunlar, (en azından devrimci, demokratik kamuoyu açısından) işin görünen kısımlarıdır. Diğer tarafta ise, kadına yönelik şiddetin artmasında önemli bir role sahip olan son 11 yıldır hükümette olan AKP’nin politikaları ve söylemleri vardır.

Sadece başbakanın açıklamalarına dahi baksak, bu rol açık bir şekilde önümüze serilir. Gündem değiştirmenin de temel argümanları olarak kullanılan söylemlerin kadına şiddet olarak döndüğü açıktır. “Kadın erkek eşitliğine inanmadığını” açıklıkla ifade eden başbakanın, kürtaj-Roboski özdeşleştirmesi, sezaryen yasaklamaları, 3-5 çocuk pazarlıkları ve en nihayetinde “kızlı-erkekli” öğrenci evlerinin gündeme düşürülmesinin sonuçları kadının daha fazla toplumsal yaşamın dışına itilmesini ve itildikleri bu “özel” alanlarda daha fazla şiddete uğramasını koşulluyor.

Genel bir doğru olarak ifade etsek de, tüm bunlar bizlere bir kez daha kadına yönelik şiddetin esas failinin devlet ve koruyucusu olduğu sömürücü sistem olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla devlet-erkek şiddet sarmalını birbirinden ayırt etmek hem mümkün hem de doğru değildir.

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu