Makaleler

Faşist partilerin seçimle iş başına gelmesi önlenebilir mi?

Sınıf mücadelenin tarihsel tecrübeleri bize iş başına geldiklerinde tüm demokratik hakları ortadan kaldırarak açık faşist bir rejime geçecek olan faşist partilerin seçimlerle ve seçim öncesi yapmak istedikleri darbeleri halk kitlelerinin sandıkta ve sokakta engelleme gücüne sahip olduklarını, tersine bu yapılmadığında faşist partilerin nasıl iş başına geldiklerini bilinmektedir. Bu noktada üç tecrübeyi; Fransa, Bulgaristan ve Avusturya'da yaşanan bu tarihsel dersleri buraya aktarmak istiyoruz.

Türkiye’nin kilitlendiği 24 Haziran 2018 genel seçimlerine bir aydan az bir zaman kaldı. Tüm partiler sırasıyla seçim vaatlerini açıklayarak, kazanmaları durumunda neler yapacaklarını açıklamış bulunuyorlar. Tüm burjuva partilerin seçim bildirgelerinde ortaklaştıkları noktayı; “demokrasi, ekonomik istikrar, insan hakları ve parlamenter (AKP-MHP hariç)  sisteme geri dönüş” oluşturuyor.

Mevcut düzende, tüm bu sayılanların, daha önceki seçim dönemlerinde de tekrarlandığı düşünüldüğünde hepsinin aldatmaca olduğu açıktır. AKP, 16 yıllık iktidarında, her seçim öncesi şimdi söylediklerini tekrar etmiş ve hükümete geldiğinde hiçbirini yerine getirmemiştir. Ekonomik istikrar ve devamlılık dedikleri inşaat ekonomisinden öteye gitmemiş, tarım ölmüş, sanayi montaj üretiminin dışına çıkmamış, ekonomik çark ancak sıcak paranın sürekliliğiyle kurtarılabilmiştir. Bugün patlamak üzere olan ekonomi AKP’nin 16 yıllık emperyalistlerin emrindeki ekonomik politikalarının sonucudur. AKP’nin 16 yıllık insan haklarını düzeltme hamlesi, hapishane sayısını artırma ve tutuklu sayısının 300 bine dayanması olmuştur. Aleviler ve diğer inanç kesimleri en çok AKP hükümeti döneminde baskıya maruz kalmışlardır. Diğer partiler hükümet olsaydı bundan farklı mı olurdu? Olmayacaktı. Bu durum ülkenin sosyo-ekonomik yapısı ve devletin niteliği ve emperyalizmle ilişkisiyle doğrudan ilintilidir.

Tüm bu burjuva partilerden farklı olarak HDP, kendi misyonuna uygun olarak başladığı seçim çalışmalarında, 24 Haziran seçiminin neden önemli olduğu ve hedeflerinde neler olduğunu şöyle açıklamaktadırlar: “24 Haziran seçimleri Kürtler için, Türkler için, Süryaniler için, Sünniler için, Aleviler için, kadınlar için, gençler için, kısacası hepimiz için bir dönüm noktasıdır. 24 Haziran seçimlerinde 16 yıllık AKP iktidarından bıkmış olanlar, AKP iktidarını bitirmek isteyenler, AKP’ye ders vermek isteyenler, onları sandığa gömmek isteyenler o sabah gidip oylarını kullanacaklar. Bizler bu ülkede başta barış meselesi olmak üzere adaletin, insan haklarının tesis edilmesi, Kürt sorununun, toplumun tüm sorunlarının çözümü için yola çıktık.” HDP’nin bir kitapçık olarak yayımladığı seçim hedeflerinin özetlendiği bu paragraf bir reformlar vaatleri olarak, toplumda ne kadar karşılık bulacak, bunu 24 Haziran akşamı göreceğiz.

Burjuva partilerin seçim vaatlerinin yanında gösterdikleri milletvekili adaylarına bakıldığında başka bir gerçek karşımıza çıkıyor. AKP, MHP, İYİ Parti, (SP ve CHP adayları meslek grubuna ayrılmadığı için net bir şey söylemek zor) işveren olarak belirtilen komprador burjuvazinin ağırlıklı kesiminden kişileri milletvekili adayı olarak göstermiştir. 600’e çıkartılan milletvekili sayısı göz önünde bulundurulduğunda tüm partilerden gösterilen milletvekili adaylarının 3’te 1’inin komprador burjuvazinin temsilcileri temsil etmektedir. Bu dağılımda AKP’den 247,  MHP’den 201 ve İYİ Parti’den 199 işverenin aday olduğu görülmektedir.

Peki, tüm bu patronların seçilmesi durumunda ne yapacaklar? Ülkemizde parlamento, komprador burjuvazi ve toprak ağalarının, yani egemen sınıfların hakimiyet aracıdır. Egemen sınıflar “demokrasi adına” istediği kanunları burada çıkarmakta, istediği kanunları parlamentoda değiştirmekte, halkı baskı altına alan tüm uygulamalar parlamentoda yasallaştırılmaktadır. Bundan hareket ettiğimizde, kendilerini milletvekili adayı gösteren bu kompradorların, tek ve esas işi kendi işlerinin takibi olacaktır. Ülkemizde bürokrat komprador burjuvazi dediğimiz olgu tam da kendisini böyle göstermektedir. Bu işverenlerin halkın refahı, demokrasinin genişletilmesi, insan haklarının evrensel bir düzeye getirilmesi için çalışmayacaklarına göre, yapacakları tek icraat, egemen sınıfların istem ve taleplerini yerine getirmek, değişmesini istedikleri iş yasalarını değiştirmek, sendikal hakları rafa kaldırmak, olmuyorsa, budamak ve ihtiyaç duydukları her türlü kanunun çıkartılması için, komprador burjuvazinin temsiliyetini sağlamak olacaktır. Bu sadece ülkemiz açısından böyle değildir, tüm kapitalist ülkelerde parlamentonun işlevi aynıdır. Kapitalist emperyalist ülkelerde de, tekelci burjuvazinin temsilcileri partilerde kendine yer bulmakta ve talepler bu temsilciler vasıtasıyla hükümetlere iletilerek, tekelci sermayenin istemleri yerine getirilmektedir.

AKP’nin 16 yıllık hükümeti döneminde yaptıkları tek tek bilinmektedir. Geniş halk kitlelerinin maruz kaldıkları her türlü baskı ve ekonomik dar boğaz, AKP’ye karşı büyük tepkinin birikmesine yol açmıştır. Artık toplumun % 60’ının net olarak AKP’nin gitmesini istediğini söyleyebiliriz. Talepleri ehven-i şer olmakla birlikte kitlelerin bu talebi görmezden gelinemez. Nitekim devrimci hareketin gerilediği toplumsal koşullarda, seçimlere dahil olmak yanlış değildir. HDP, kanunları halk yararına değiştirmek adına kilit noktada olmamasına karşın, egemenleri ve onların halk karşıtı politikalarını kendi kürsüsünden teşhir ederek, gerçekleri halka açıklayarak, komisyonlarda dönen oyunları kamuoyuna ifşa ederek küçümsenmeyecek işler yapmıştır.

Sınıf mücadelenin tarihsel tecrübeleri bize iş başına geldiklerinde tüm demokratik hakları ortadan kaldırarak açık faşist bir rejime geçecek olan faşist partilerin seçimlerle ve seçim öncesi yapmak istedikleri darbeleri halk kitlelerinin sandıkta ve sokakta engelleme gücüne sahip olduklarını, tersine bu yapılmadığında faşist partilerin nasıl iş başına geldiklerini bilinmektedir. Bu noktada üç tecrübeyi; Fransa, Bulgaristan ve Avusturya’da yaşanan bu tarihsel dersleri buraya aktarmak istiyoruz.

İlk örneğimiz Fransa’dır. “Almanya’da faşizmin iktidara gelişinden sonra, Fransa’da politik ve ekonomik durum çok gerginleşti. 1934 başlarında ise, en yüksek noktasına ulaştı. Fransa, dünya ekonomik bunalımından en çok etkilenen ülkeler arasında yer alıyordu. Fransa’da ekonomik bunalım 1931 yıllarında başlamış ve ancak 1933-1934 yıllarında en yoğun döneme girmişti. Geniş halk yığınlarının yaşam koşulları akıl almaz ölçüde kötüleşmişti. Yüz binlerce işçi işsiz kalmış, tahıl ve şarap fiyatlarının hızla düşüşü, çiftçilerin gelirini yarıdan daha aza indirmişti. (….) Buna karşılık, aynı bunalım, sermayenin, Fransız tekelci burjuvazisinin tepesindeki ‘200 aile’nin ellerinde yoğunlaşmasına ve merkezileşmesine yol açtı. (…) Fransız bankası çevresinde toplanmış bulunan sözü edilen 200 aileden oluşan Fransız tekelci burjuvazisinin en gerici kesimleri, Almanya’yı kendilerine örnek alarak Fransa’da faşist bir diktatörlük kurma girişiminde bulundular.

Stavisky suistimali olayı ortaya çıktığında, faşistler bu mali skandalı burjuva cumhuriyetine karşı planladıkları saldırı için kullanmaya kararlıydılar. (faşistler başlangıçta sınırsız bir demagoji yaptılar. Fransız halkının bu tür olaylara yol açabilen hükümetlere duyduğu hoşnutsuzluğu işleyerek, ancak kendilerinin gerçek demokrasiden yana oldukları görünümünü yaydılar. Bununla birlikte, 1 Şubat 1934’te, faşistler gerçek yüzlerini göstermekte gecikmediler. Onlara bağlı on binlerce silahlı kişi (Ateş Haçlılar, Camelos du Roi, Yurtsever Gençlik) Paris caddelerinde gösteri yaptı ve parlamenter çöküntüye karşı savaşım verme adına tüm parlamenter  demokratik kurumların ortadan kaldırılmasını istediler. Paris işçileri, bu faşist saldırıya kendiliğinden karşı çıktılar ve ayaklandılar. (…) Fransız Komünist Partisi, bu yeni ve karmaşık duruma çok çabuk uydu. (…) Fransız Komünist Partisi, faşizm tarafından tehdit edilen ve faşizmle çelişen güçleri ortak bir karşı-eylem yönünde örgütlemeyi görüyordu. Parti, önce Fransız işçi sınıfına yöneldi. Çünkü Fransız halkının cumhuriyetçi unsurlarının kararlılık derecesi, Fransız işçi sınıfının faşizme karşı savaşımındaki kararlılığına bağlıydı. Paris proletaryası, Fransız Komünist Partisinin ve devrimci sendikalar birliği CGTU’nun (cofederastion Generale du Travail Unitarei-Birleşik İşçi Sendikaları Genel Konfederasyonu) cumhuriyeti savunma çağrısına 9 Şubat 1934 günü büyük bir gösteriyle yanıt verdiler. (…) Böylece Fransız işçi sınıfının güçlü eylem birliği sonucunda faşist saldırlar daha başlangıçta boğuldu ve Fransa faşist bir rejimden kurtulmuş oldu (….)  faşist saldırıların püskürtülmesinde komünist partisi son derece etkin rol oynamıştır. (..) Bu zorlu Şubat günlerinde Fransız Komünist Partisi tüm varlığıyla bir noktaya varmıştır –işçi sınıfının eylem birliğini oluşturma. Böyle bir görev sırasında hem ülkelerine bağlı kalmış, hem de esnek bir tutum takınmıştır. Fransa’daki sınıf savaşımlarının sonucu, proletarya diktatörlüğünü kurma savaşını vermeksizin, faşizmin püskürtülebileceğini pratikte göstermiştir. Halkın geniş katmanlarının savaşıma hazır olması, öncelikle tüm demokratik hak ve özgürlüklerin savunulması, başka bir deyimle, faşizme karşı burjuva cumhuriyetin korunması amacına yöneliktir.” (E. Lewerenz, Komünist Enternasyonalde Faşizmin Tahlili, s. 90)

İkinci örneğimiz Bulgaristan’dır. 1923 ayaklanması bastırıldıktan sonrası Bulgaristan’da seçimler yapılır, bu süreci Vladimir Bonev şöyle anlatır;

Faşist hükümetin parlamento seçimleri tarihini açıklamasından sonra Birleşik Cephe’nin güçlendirilmesi için uygun koşullar oluşmuş buluyordu. Seçimler, 18 Kasım 1923’te yapılacaktı. Hükümet Ayaklanması’nın yenilgisiyle Bulgar Komünist Partisi’ni, Bulgar Çiftçi Birliği’ni ve Birleşik Cephe’yi parçaladığını sanıyordu. Seçimlerde büyük bir zafer kazanacağını ve bu yolla durumunu meşrulaştıracağını umuyordu. Ayrıca, aynı yılın Haziran ve Eylül aylarında halka sert tutumu yüzünden ciddi bir biçimde azalan uluslararası saygınlığını artırmak için uluslararası düzeyde kendisini kabul ettirmeyi umuyordu.

Bulgar Komünist Partisi, Bulgar Çiftçi Birliği ve Zanaatçılar Partisi, Birleşik Cephe adına seçimlere ortak bir listeyle katılmaya karar verdiler. Zanaatçılar Partisi’nin Birleşik Cephe’nin ortak listesine katılma kararı faşist hükümete yeni bir darbe indirdi. Bu, Birleşik Cephe’nin artan saygınlığının yeni bir göstergesiydi. Birleşik Cephe, faşist hükümetin umduğunun tersine, güçsüzleşmek yerine güçleniyordu. Bulgar Komünist Partisi, faşist hükümetin komünistlerin ortak listeye girmelerine izin vermediği yerlerde, üyelerine Bulgar Çiftçi Birliği ve Zanaatçılar Partisi adaylarına oy vermeleri yönergesini verdi, bu partilerden hiçbirinin bulunmadığı yerlerde de sloganlarla oy vermelerini istedi. Bu politika, işçi sınıfı, emekçi köylüler ve küçük-burjuvazi bağlaşmasının güçlenmesine yardımcı oldu ve birbirlerine olan güvenlerini geliştirdi. (…) 4 Nisan 1924’te, seçimlerin eşiğinde faşist hükümetçe onaylanan Devleti Koruma Özel Yasası’na dayanarak Yargıtay’ın bir kararlıyla Bulgar Komünist Partisi, İşçi Partisi, Genel İşçi Sendikası ve Kurtuluş Kooperatifi yasaklanıp kapatıldılar. (….) Görülmemiş terör ve sahtekarlık kampanyasına karşın, 4 Mayıs 1924’te ülkenin 12 bölgesinde yapılan bölge konseyleri seçiminde Demokratik Sgovor 389.747 oy (oyların 49’unu,) Emek Bloku 193.876 artı 44.331 geçersiz oy, toplam 238.207 oy (oyların yüzde 362sını), Ulusal Liberaller 52.667, Sosyal Demokratlar 46.918; Radikaller ve Demokratlar (Demokratik Sgovor’la anlaşamayanlar) 44.860 oy aldırlar. (…) Sgovor 351, Emek Bloku 150 ve öteki partilerin tümü 78 temsilcilik kazandılar. Bu, Birleşik Cephe için büyük bir yeni başarı ve faşist hükümet içinse yeni bir darbe oldu (…) Emek Bloku 4-11 Kasım 1928’de yapılan son bölge konseyleri ara seçimlerinde ve 4 Mart 1929’da yapılan kent konseyleri ara seçimlerinde yeni başarılar kazandı. Blok komiteleri seçimler eşliğinde Sofya’da çok etkin bir biçimde çalıştılar. Ve yeni komiteler kuruldu. Partinin seçimler sırasında emekçi halkı harekete geçirme çizgisi çok etkin oldu. Emekçi halk, savaşımında ancak birleştiği zaman başarı kazanabileceğini anlamaya başladı. Parti, emekçi halkın birliğini kurmada kendisini yalnız seçim çalışmalarıyla kısıtlamadı. Emek Bloku’nu aynı zamanda ekonomik istemler için de savaşmaya yöneltti.” (Vladimir Bonev, Birleşik Cephe Halk Cephesi Vatan Cephesi, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, s. 66-72 88)

Bir diğer örneğimiz ise Avusturya’dır: “Dollfus hükümeti, 7 Mart 1933’te ülkeyi parlamentosuz yöneteceğini açıkladı. Kararının niteliğini de açıkça vurgulamak amacıyla aynı zamanda, zorunlu durumlarla ilgili kararlar yayınlayarak tüm gösteri ve toplanma özgürlüklerini ortadan kaldırdı, basına ön sansür koydu. Avusturya işçi sınıfı, faşist darbeye karşı kararlı eylemler koymaya başladı. Ancak sosyal-demokrat yöneticiler, parlamento-dışı eylemleri aceleci bularak, henüz bütün yasal araçların kullanılmadığını ileri sürdüler ve bu eylemlere katılmayı reddettiler. Sosyal-demokratlar, Dollfuss ile antlaşmak istiyorlar ve bundan dolayı da her darbeyi karşılıksız kabulleniyorlardı. 31 Mart 1933’te Dollfuss, sosyal-demokrat koruma birliğini dağıttığını açıkladı. Sosyal-demokratlar bu açıklama karşısında da herhangi bir savaşım önlemi almadılar. Böylece işçi sınıfının savaşım gücü sistematik bir biçimde zayıflatılırken, faşistler kesin saldırıya geçmek için durumlarını güçlendirdiler. (….) 12 Şubat 1934’te hükümet kuvvetleri, Linz’deki işçi lokalini bastılar. Baskına Linz ve Viyana koruma birlikleri silahlı eylemlerle karşılık verdi ve silahlı çatışma, ülkenin diğer kentlerine de yayıldı. (…) Ne var ki, Avusturya proletaryasının kahramanca savaşı, yalnızca askeri yönetimlerden değil, sağlam ve amacını bilen politik yönetimden de yoksun olduğu için, yenilgiyle son buldu.” (E. Lewerenz, Komünist Enternasyonalde Faşizmin Tahlili, s. 77-78)

Bu dersler ışığında 24 Haziran seçimlerinde HDP’nin etrafında kenetlenen geniş kitleler, AKP faşist hükümetinin alaşağı edilmesi için bir fırsattır. Bunu değerlendirmek için oluşturulan geniş ittifak büyüyerek yol almaktadır. Bir kez daha tekrarlıyor ve altını çiziyoruz, devrimciler “Özellikle şartların devrim için uygun olmadığı durumlarda, burjuva parlamentarizmi ‘ahır’ından yaralanırlar, ama aynı zamanda, parlamentarizmin gerçekten proleter ve devrimci bir eleştirisini yapmayı da bilirler.”  (Lenin, Devlet ve İhtilal, s. 61)

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu