Makaleler

OKSİMORON TC

Yunanca kökenli oksimoron kelimesi sözleri ters anlam kullanarak kuvvetlendirme ya da birbiriyle çakışan iki özellik, iki olgu veya düşünceyi barındıran tamlama olarak kullanılıyor. Acı tatlı, sessiz çığlık, ölümcül şefkat vb. gibi. Gerçi Mao Zedung’un “Çelişki” (Ağustos 1937) adlı makalesinde de işaret ettiği üzere, “zıtların birliği ve mücadelesi” diyalektiğin temel yasasıdır.

Bu anlamıyla her şey içinde bir çelişkiden bahsedilebilir. Çelişki dediğimizde haklı olarak bu kavramın hem evrenselliğinden hem de özgünlüğünden bahsedilebilir. Ancak yukarıda kullandığımız oksimoron kelimesi birbirinin zıddı iki kavramın aynı anda kullanılması, ifade edilmek istenileni daha kuvvetli vurgulaması açısından kullanılabilir.
Kendi içinde çelişkili ifade olarak tanımlanan bu sözcüğün günlük Türkçe kullanımına girişi iki binli yıllara rastlar.

Kelimenin bu kadar popüler olmasının AKP hükümeti döneminde uygulanan politikalarla bağlantısı var mı bilinmez ama ön adında “adalet” olan bir partinin faşist diktatörlüğe uygun olarak, devletin önemli araçlarından biri olan “yargı”yı oldukça etkili kullandığına tanık oluyoruz.
İşin doğrusu daha önceden faşist devlet orduyu, polisi, sivil faşist unsurları ve hiç kuşkusuz ki mahkemeleri, hapishaneleri kullanıyordu ama AKP döneminde bilhassa “yargı”yı iyi kullandıklarını söyleyebiliriz. Zaten tutuklama ve hapishane ve adli kontrol rakamları tüm ülkeyi hapishaneye çeviren tablo da bunu gösteriyor.
Aslında daha önceden de Türk hâkim sınıfları kendi aralarındaki klik dalaşı sonucunda “Başbakan asan” bir geleneğe sahipken, son dönemde Ergenekon, Balyoz gibi davalardaki kitlesel tutuklamalar ve uzayan yargı süreçleri beraberinde bu yöndeki vurguları da artırdı.

Devrimciler açısından ise daha önceden de, şu anda da ortada çelişkili bir durum söz konusu olmadığı ya da AKP’nin hem adaletle hem de kalkınmayla bir ilgisi olmadığı bilindiği için bir sorun teşkil etmedi bu durum.
Türk hâkim sınıfları daha TC devletini örgütlerken “başarıyla” gerçekleştirdikleri Ermeni, Rum ve Süryani Soykırımı’nı bugün “Vatan Savunması” olarak propaganda etmekte, Kürt illerinde ve Dersim’de binlerce Kürt köylüsünü “gericilikle” suçlayıp katletmekte ya da Kıbrıs adasını işgal ederken adına “Barış Harekâtı” demekte, yakın dönemde hapishanelerde onlarca tutsağı katlederken katliama “Hayata Dönüş” adını verip propaganda etmekteydi. Bir yandan “ileri demokrasi”  nutukları atarlar ama bir yandan da en ufak demokratik muhalefete azgınca saldırırlar.

Varlıkları emperyalizme uşaklık üzerinden yükselir ama bu ülkenin devrimcilerini, muhaliflerini “kökü dışarıda” olarak tanımlamaktan vazgeçmezler. Bu çelişkili örnekler çoğaltılabilir.
Benzer bir durum, içinden geçtiğimiz süreçte Kürt ulusal sorununda da yaşanıyor. Bizzat Kürt Ulusal Hareketi’nin katkılarıyla AKP’den ve Tayyip Erdoğan’dan “Kürt sorununu çözecek tek kişi” propagandası eşliğinde bir “barış elçisi” yaratma yarışına girmiş durumdalar. “Barışçıl Erdoğan”, “Demokratik TC” kısacası tam bir oksimoronluk durum söz konusu.

Kürt Ulusal Sorunu
Çözülüyor mu?
Ülkemizde Kürt Ulusal Hareketi’ne önderlik eden çizginin ulusal reformist bir hatta olduğu, silahlı mücadelesinin de bu reformist hattına uygun ele alındığı ve hatta, başta A. Öcalan olmak üzere Kürt hareketinin bazı önderlerinin “silahlı mücadele devrinin bittiğini” ilan etmeleri yeni değil.
Hatırlanırsa Öcalan yakalandığında bu düşüncelerini ifade etmişti. Dolayısıyla günümüzde de Kürt Hareketi’nde bir değişiklik yokken, TC cephesinde ise belli bir politika değişikliğinden bahsedilebilir. Öcalan ilk tutsaklığından itibaren -diğer şeyler bir yana- son çözümlemede TC Anayasa’sında, Türkiye ulusu üst kimliğinde birleşmekten bahsetmiş ve bunu teorik düzeyde de formüle etmişti. (“Türkiyelilik değil, Türkiye ulusu kavramının daha çözümleyici olduğuna inanıyorum.” Cengiz Kapmaz, Öcalan’ın İmralı Günleri,  İthaki Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, Ocak 2011)
Dolayısıyla aslında Öcalan’ın başarısızlığından ya da teslimiyetinden, tasfiyecilikten çok, TC devletinin basiretsizliğinden bahsetmek daha doğrudur.

Bu anlamıyla Öcalan başından itibaren çizgisinde tutarlıdır. “Türkiye ulusu üst kimliğinde” (dolayısıyla ezen ulus imtiyazını yeniden üreten biçimde) anlaşmaktan yanadır. Türk hâkim sınıfları ise “bin yıllık devlet geleneği” tecrübesine(!) dayanarak “terörün yenildiğini ilan etmiş” ama Öcalan’ın bu çağrısına/yaklaşımına -hiç kuşkusuz ki faşist zihniyetlerine uygun olarak- hodbince yanıt vermişlerdir.

Dün Öcalan’ı “bebek katili” ilan edip ve alanlarda “idam etme” tartışmasına girenler, bugün onu “pozitif” (Beşir Atalay, 19.02.2013. Milliyet ) olarak tanımlıyor. Ya da Erdoğan’ın ifadesiyle, “şu anda İmralı beklentilerimizi cevap verecek şekilde adımlarını atıyor” (1.02.2013, Habertürk) demek zorunluluğunu hissediyor.

Meseleye Yaklaşımda Özde Bir Değişiklik Yok!
Bunun nedeni kuşkusuz ki Türk hâkim sınıflarının “demokrat” kesilmesi değil. Gelinen aşamada ise AKP temsiliyetinde Türk hâkim sınıflarının, başta Irak Kürdistanı’ndaki gelişmeler olmak üzere, Suriye Kürdistanı’nda yaşananlar ve bölgedeki olası diğer gelişmelere ilişkin önlem almak ya da tersten bir ifade ile ellerini güçlendirmek için “terör” sorununu çözmek istiyorlar.

Amaçlanan herkesin bildiği üzere silahlı güçlerin tasfiye edilmesi. Onların dünyasında Kürt ulusal sorununun çözümü yok! Zaten böyle bir sorun da yok! Onların kafasında Kürt Ulusal Hareketi’nin çözülmesi var!
Kimi çevreler -ki buna Ulusal Hareket’in kimi kalemleri ve destekleyicileri de dâhil- Tayyip Erdoğan’ı, bu çabaları nedeniyle adeta demokrasi kahramanı ilan edecek! Oysa Tayyip Erdoğan temsilcisi olduğu sınıfların çıkarlarını savunuyor. Kamuoyuna yansıyan açıklamalarda da belli kırıntılar karşılığında -ki bunların çoğunluğu Ulusal Hareket’in silahlı mücadelesinin kazanımlarıdır- ezen ulus burjuvazisinin imtiyazlarını yeniden üretiyor. Üstelik bu yeniden üretim başta Irak Kürdistanı enerji piyasası olmak üzere, Ortadoğu ve Arap bölgesindeki çeşitli yatırımların rant olasılıkları üzerinden, komprador burjuvazi ve büyük toprak ağalarıyla birlikte bir kısım Kürt kökenli burjuva ve toprak ağalarının da sürece dâhil edilmesiyle daha güçlü kılınmak isteniyor.
Hâkim sınıfların en önemli arzusu olan kâr elde etme ve ranta ortak olma rüzgârını arkasına alan Başbakan Erdoğan bir “çözüm” ortamından bahseder ve memlekette “huzur” havasından dem vururken, diğer yandan “dünyanın hiçbir yerinde terörle mücadelede böyle bir takvim ortaya konmaz. Kaldı ki biz kimseyle bir anlaşma masasına da oturmuyoruz. Onu da size söyleyeyim. Çünkü bizim illegal bir örgütle anlaşma masasına oturmak gibi bir derdimiz asla olamaz‘’ (03.02.2013, CnnTürk) diyor.
Bu çelişkili gibi görünen açıklamalar burjuva feodal siyasetin mayasında var olduğu için üzerinde durmaya değmez ama aynı konuşmasında Erdoğan meseleye yaklaşımı özlü sözüyle özetliyor: “Kürt sorunu artık yoktur, terör sorunu vardır!” Aslında Erdoğan’ın bütün konuşmalarında ne amaçlandığı son derece açık ifade ediliyor: “Bizim tek bir gayemiz var; o da terörü bitirmektir, akan kanı durdurmaktır, terör karşısında asla geri adım atmayız, asla taviz vermeyiz.Terörle mücadelede asla rehavet içine girmeyiz. Terör örgütleriyle masaya oturmayız, müzakere yapmayız.” (AKP Grup toplantısı, 19 Şubat 2013, Basın)
Erdoğan böylelikle “İmralı Süreci” değil, “Çözüm Süreci” adını verilmesini istediği süreçte hedefleneni Kürt ulusal sorununu çözmek değil (zaten öyle bir sorunun varlığını kabul etmiyor) kendince “terör” sorununu çözmektir!
Türk hâkim sınıflarının meseleye yaklaşımında özde bir değişiklik yoktur. Öyle ki BDP milletvekillerinden duyarlılık bekleyecek kadar pervasızlar.

Bir yandan barış diyeceksiniz diğer yandan İmralı adasına görüşme için gidecekleri belirlemeye kalkacaksınız. Hem barış diyeceksiniz hem Karadeniz’e ziyaret gerçekleştiren HDK heyetinin faşist güruhlarca linç saldırısına maruz kalmasını engellemeyeceksiniz! Kısacası hem oynanan oyunun kurallarını belirleyeceksiniz, hem rakip oyuncular da dâhil bütün oyuncuları belirlemeye kalkacaksınız hem de topu keserim diye tehditler savuracaksınız!

Kürt Ulusal Sorunun Gerçek Çözümü
Öncelikle şunu belirtmek gerekir; Kürt Ulusal Hareketi bugün izlediği çizgi itibariyle ulusal reformist bir karaktere sahiptir. Başta A. Öcalan’ın “İmralı Savunmaları”nda geliştirdiği tezler bir hayli problemlidir. Diğer şeyler bir yana örneğin Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı’nı ret eden formülasyonu savunur durumda olması ya da silahlı mücadeleye ilişkin, devlet olgusuna yaklaşımı vb. vb. oldukça geri bir noktadadır.

Örnekler çoğaltılabilir. Günümüzde Kürt Ulusal Hareketi, bir bütün Kürt ulusuna uygulanan baskı politikasına karşı, yükselttiği silahlı mücadele çizgisiyle, başta yoksul Kürt köylülüğü olmak üzere Kürt halkının önemli bir kesiminin desteğini arkasına almıştır. Dolayısıyla açık yüreklilikle söylemek gerekir ki ülkemiz komünistlerinin Kürt halkının taleplerine yanıt olamadığını, bu boşluğu ulusal hareketin önderliğinin doldurduğunu ve bununda beraberinde sadece ulusal talepleri ön plana çıkaran bir mücadele hattının ortaya çıktığını ifade etmek gerekir.

Bu durumdan sorumlu olan ne Kürt halkı ne de ulusal hareket önderliğidir. Komünist hareket kendi üzerine düşen görevleri layıkıyla yerine getirmediği, Kürt halkının ulusal talepleri de dâhil olmak üzere, çeşitli milliyetlerden halkımızın taleplerine yeterince yanıt olamadığı; sınıfsal mücadeleyle başarılı bir şekilde birleştiremediği için bugün (kimilerinin ifadesiyle başka sorunlar) ulusal talepli mücadele ön plandadır.

Öyleyse görev ulusal soruna burun kıvırıp, “biz sınıf mücadelesi veriyoruz” beylik lafının arkasına sığınıp, görüntüde sol ama özünde sağ olan ve hiçbir şey yapmamanın teorisi haline dönüşen lakırdıları bırakmak gerekir. Ulusal sorunu gündeme almak, ulusal hareketin kuyruğuna takılmak değildir.

Kaypakkaya yoldaşın ifadeleriyle; “komünist hareket, Kürt milli hareketinde ilerici olan her şeyi, milli baskıya, imtiyazlara, eşitsizliğe karşı yönelen her şeyi destekler ve bu mücadeleye de önderlik etmek ister.” Buradaki her şey vurgusu önemlidir ve görevimizin kapsamını belirler. Ayrıca bu kapsam içinde bu mücadeleye önderlik etmek isteğimizi de somutlar. Dolayısıyla Kürt ulusal sorununda attığımız “kuyrukçu adımlar”(!) henüz çok cılız olmasına, yetersizliklerine rağmen önder yoldaşın tespitlerine uygundur.

Bu nedenle kendi tabanımızın bir kısmı da dâhil olmak üzere ulusal soruna ilişkin sosyal şoven bakış açısının üzerine gitmek için, önümüzdeki süreçte başta Kürt ulusal sorunu olmak üzere, ülkemizdeki ulus ve milliyetlerin sorunlarına ilişkin kampanyalar düzenlememiz, “sorun”u daha fazla gündemleştirmemiz gerekir.

Çünkü ülkemizde bu meselenin gerçek çözümü de Kaypakkaya çizgisindeki proletarya partisinin ellerindedir.
Son söz olarak; Mao çelişki makalesinde “karşıtların birliğinin koşullara bağlı, geçici ve bağıntılı olduğunu, karşıtlar arasındaki savaşımın mutlak olduğunu” söylerken, bahsini ettiği iki karşıtlığın örneğin proletarya ile burjuvazi arasında olduğunu, bu iki sınıfın bir arada durmasının (karşıtların birliği) koşullara bağlı, geçici ve bağıntılı olduğunu ama karşıtlar arasındaki savaşımın mutlak olduğunu belirtir.

Dolayısıyla bu topraklarda varlık koşulu Türk-Kürt uluslarından ve çeşitli milliyetlerden proletaryanın ve halkımızın sömürüsü üzerine olan TC devleti var olduğu müddetçe; ona karşı savaşım şu veya bu şekilde, çeşitli biçimlerde devam edecektir. Önemli olan bu savaşımı komünist hareketin önderliğinde, gerçek mecrasında gürül gürül akmasını sağlayabilmektir.

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu