Yorum

Reyhanlı Katliamı: Birleşik Mücadeleyi ve Haklı-Meşru Savaşı Yükseltelim!

“Liderler söz edince barıştan/ anlar halk savaşın geldiğini./ Liderler lanetlediğinde savaşı/ seferberlik emri yazılmıştır bile./ Baştakiler der ki: Barış ve savaş/ iki farklı şey./ Oysa rüzgârla fırtına gibidir/ onların barışı ve savaşı./ Savaş doğar onların barışından/ anasından doğan oğlan gibi,/ taşır oğlan anasının/ o korkunç yüz çizgilerini./ Öldürür onların savaşları/ ne varsa barışlarından arta kalan.“*

Elbette “tarih yalnızca aptallar için tekerrür eder.” Ancak kapitalist sistem ve bu sistemin tek gayesinin kâr olması, emperyalist devletleri sürekli olarak pazar savaşların içerisine sokmaktadır. Geldiğimiz süreçte yaşanan gelişmeler de, kapitalizmin doğası gereğidir. Yine bu dizelerin güncelliğini koruyarak günümüze kadar gelmesinin sebebi de aynı sistemin daha vahşi bir biçimde yaşanıyor olmasındandır.

Suriye’de 2011 Mart’ından bu güne sürmekte olan “iç savaş”ın ülke gündeminde kapsadığı hacim, arz ettiği önem ve meselenin aciliyet boyutu Reyhanlı’daki bombalı saldı- rılarla birlikte arttı. Son olarak 16 Mayıs’ta yapılan Obama-Erdoğan görüşmesinde henüz ABD cephesinden daha farklı bir çözüm yolu bulunmadığı dillendirilse de (“Asıl soru bunun ne şekilde olacağı. Zaten bunları konuştuk. Suriye’deki şiddet ve sıra dışı durum için sihirli bir formül yok. Olsaydı, Sayın Başbakan (Erdoğan) ve ben bununla ilgili harekete geçerdik ve çoktan bitirmiş olurduk.”-Obama) alınan kararlar savaşın aynı öznelerle ama boyutlanarak devam edeceğini gösteriyor.

Burjuva-feodal medya ve bizzat devlet tarafından, Reyhanlı’daki patlamaların ardından henüz saatler geçmesine rağmen olayın faillerinin bulunduğu ve cezalarını alacakları yönündeki açıklamalar TC’nin kendini temize çıkarma çabasından ileri gelmektedir. Öncelikle düşünülmesi gereken konu, saldırıların hangi emperyalist cephe (Rusya- ABD) tarafından yapıldığını tahmin etmekten ziyade, emperyalist kapitalist sistemin haksız savaşları sürdüğü müddetçe bu gibi acı olayların yaşanacak olması ve her zamanki gibi “olanın yine halka olacağı”, kana, gözyaşına boğulanın yine halkımız olacağının değişmeyeceğini kavramaktır.

Reyhanlı’da gerçekleştirilen saldırılar 11 Eylül saldırılarıyla da bir benzerlik göstermektedir. Bildiğimiz gibi 11 Eylül saldırılarından sonra ABD, terörizmle mücadele altında Ortadoğu ve Afrika halklarına daha fazla yoksulluk, sefalet ve ölümden başka bir şey götürmemişti-götürmüyor. Şimdi benzer bir durum ülkemizde yaşanmaktadır. Geçtiğimiz yıl 21 Ağustos’ta Antep’te gerçekleştirilen saldırı, Cilvegözü Sınır Kapısı’ndaki patlama, Urfa’nın bombalanması, yine Urfa Akçakale Sınır Kapısı’nda çıkan çatışmalar ve son olarak da Reyhanlı’daki bombalı saldırılar savaşa müdahil olmanın naylon meşruluğunu oluşturma gayretindendir.

Kurbanına başsağlığı; kitlelere ölüm, halklara taziye

Reyhanlı’daki patlamadan sonra yapılan resmi açıklamaya göre ölü sayısının 52 olduğu belirtiliyor ancak gerçekte bu sayının çok daha fazla olduğu artık tüm kesimlerce biliniyor.

Yaşanan saldırıların ardından emperyalist devletler ve kurumları Türkiye halkına başsağlığı, taziye dileyerek saldırıyı “kınadı”.

Bir kere; daha emperyalist devletler direkt sorumlusu oldukları savaşları kendinden menkul değerlendi- rerek halkların bilincini bulandırmaya çalışıyorlar. Hâlbuki onları bu savaşlara başvurmaya ve bu katliamları yapmalarına iten şey, kapitalist-emperyalist sistemin özü, kanunudur aslında. Doğallığında da bu katliamın baş sorumluları da emperyalist devletlerden başkası değildir.

Ancak şu da bir gerçek ki, sistemin içerisine girdiği haksız savaşların haklı savaşları yükseltmesi de mutlaktır. Ve yine kapitalizmin bugün için döktüğü halkın kanı, yarın kendilerini boğacak olan deryaya doğru akmaktadır. Sistemin öngörerek engellemeye çalıştığı şeyi de zaten bu karşıt durum oluşturmaktadır. Bu konuda da yine bilindik yöntemlerini kullanarak halklarda yükselen öfkenin yönünü değiştirmeye çalışmaktadırlar.

Tarihe tanıklık, onu değiştirme iradesiyle anlam kazanır!

Burjuva-feodal medyada ise Reyhanlı başta olmak üzere birçok bölgede Suriyeli karşıtlığı bilinçli bir şekilde yükseltiliyor. Urfa Akçakale Sınır Kapısı’ndaki çatışmada bir kolluk kuvvetinin öldürülmesi ve ardından yaşananlar, halkın öfkesinin sisteme yönelmesi yerine hedefini şaşırtarak diğer bir halkın hedefe taşınması politikasının bir ürünüdür. Yine birçok bölgede özellikle Arap Alevilerine yönelik yapılan işaretlemeler, tehditler de bu politikanın bir ürünü olarak yorumlanabilir.

Geldiğimiz süreçte Obama, Erdoğan görüşmesinden de görüleceği gibi savaşa henüz dışarıdan bir askeri müdahale/saldırı-işgal yapılmayacağı anlaşılmaktadır. Ancak Obama tarafından “Suriye muhalefeti ile çalışarak Esad rejimine baskımızı artıracağız. Esad’sız demokratik bir Suriye’ye geçişte Türkiye önemli bir rol üstlenmeye devam edecek. Önümüzdeki günlerde Türkiye Esad’ın gitmesi konusunda önemli rol oynayacak” vurgusunun ve Reyhanlı’daki patlamaların ardından Erdoğan tarafından ‘’Bu menfur hadiseyi gerçekleştirenlerin Suriye rejimiyle irtibatlı, Türkiye içinde bir örgüt olduğu, saldırıda yer alanların da Türkiye vatandaşı olduğu tespit edilmiştir. Biz bu saldırının altında kalmayız, er ya da geç bu alçakça saldırının faillerine bedelini misliyle ödetiriz” (14 Mayıs, AKP Grup Toplantısı’ndan), “Devletimiz bunları ortaya çıkartacak ve hesabını mutlaka soracaktır. Bundan hiç şüpheniz olmasın” (16 Mayıs, Abdullah Gül) açıklamalarının yapılması, TC’nin savaştaki rolünün daha fazla artacağı anlamını taşımaktadır.

Patlamalar sonrasındaki gelişmelere ilişkin değinmemiz gereken bir diğer meseleyi de Kürt Ulusal Hareketi’nin Suriye savaşı karşısındaki tutumu oluşturmaktadır. BDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın “Bu dönemde özellikle sivil yurttaşlarımızı hedef alan saldırılar karşısında hükümeti sorumlu tutmak ve eleştirmek yerine birlik içinde hareket etmek zorundayız. Çünkü bu saldırılar Türkiye’nin her bölgesini, herkesi ve her kesimi hedefleyebilir. Burada Alevi-Sünni, Türk-Kürt alevi çatışması, gerilimi istenebilir. Biz, bu saldırılara karşı tedbir alınmasını ve bu saldırılara karşı hükümetin dikkatli ve duyarlı davranması hususunda hükümetin yanında olacağız” (12 Mayıs, Siirt) açıklaması her ne kadar ardından, yine Demirtaş tarafından “…Türkiye gerçekten destek vermek istiyorsa ne Esad’a ne de Özgür Suriye Ordusu’na destek versin. Türkiye Suriye halkına destek versin” (14 Mayıs, BDP Grup Toplantısı’ndan) açıklamasının gelse de gelişmeler Ulusal Hareket’in içerisinden geçtiği özgün durum, barış-müzakere süreciyle açıklanamayacak türdendir. Suriye’de yaşanan savaş ve sonucunda katliama uğrayan halk ve neticede artık Türkiye sınırları içerisine de taşan halka karşı yürütülen savaşta AKP’nin özel bir rolünün olduğunu bilmeyen yoktur.

Krizleri büyüyen ve öncelerine göre daha çetin ve dişli bir pazar yarışına giren emperyalist devletler, her zaman olduğu gibi bugün de halklara ölüm kusmaktadır. Bu dönemde özellikle savaşın daha yakından hissedildiği bölgelerde sıkça gündeme taşımaya çalıştığımız ortak birleşik, aktif mücadelede noktasında yaşadığımız eksikliği gidermek zorundayız.

Dünya halklarına barış, demokrasi, adalet söylemleri eşliğinde; gözyaşı, kan ve katliam getiren emperyalist devletler tüm politikalarına karşı örgütlü bir duruşla tarihin çöplüğündeki yerlerini alacaktır.

Bizler biliyoruz ki; dünya halklarına barış, emperyalistlerin, sermayenin ağzından dökülen sözlerle değil birleşik ve örgütlü mücadeleyi ve haklı- meşru savaşı yükselterek gelecektir.

*Bertolt Brecht- Alman Savaş Okuma Kitabından

(Antakya’dan bir ÖG okuru)

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu