Yorum

TÜRBAN ve ÖZGÜRLÜKLER

Egemenlerin gözünde modernliğin, medeniyetin en emin ölçülerinden biriydi hep kadın bedeni… Kendi yaşamı üzerinde dahi söz söyleme hakkı gasp edilen kadının, “başı açık hali” nasıl modern yaşamın sembolüyse, türbanlısı da başka bir hayatın, “gericiliğin sembolü” kabul edildi.

Bu kabulle birlikte kadın özgürlüğü de, başında mı yoksa boynunda mı olduğuyla değerlendirildiği bir metre karelik beze sığdırılmaya çalışıldı. Bugün de yine, özellikle kadına yönelik aynı düşünce sisteminin iki tarafı, “türban” üzerinden bir kavgaya tutuşmuş durumda. Kavganın bu raundu, “demokrasi” iddialı paketin ve 4 AKP’li kadın milletvekilinin hacca gittikten sonra başını açmayacağını, meclisteki çalışmalara türbanlarıyla devam edeceklerini açıklamasının ardından alevlendi. Ancak, geçmişteki örnekleriyle karşılaştırıldığında bu kez biraz daha “ılımlı” bir halde seyrediyor tartışmalar. Zira, AKP’nin artık iktidarlaştığı, şu an için üstünlüğü ele geçirdiği koşullar, karşıtlarını “türban serbestisi” meselesinde daha bir itidalli olmaya zorluyor. İktidara yapışık yaşayan medya köşe tutarlarını ise hesaba katmaya zaten gerek yok. Kadın bedeni sadece modernliğin ölçütlerinden değil, aynı zamanda gündem değiştirmenin, dikkatleri başka yerlere çekmenin de bir aracı olageldi. Bunun en bariz örneği, kısa bir süre önce, Roboski katliamının üstünü örtmek ve tartışmanın yönünü değiştirmek için Başbakanın kullandığı “her kürtaj bir Uludere’dir” sözlerinde ifadesini bulmuştu. Ama yine de, en hararetli tartışmalar türban ekseninde yaşandı/yaşanıyor.

1980’lerin ortalarında yaşanan ilk sarsıntılarıyla birlikte siyaset sahnesine giren ancak esas-bugünkü halini (öncesi ve sonrasıyla) 28 Şubat süreciyle alan, “türban yasağı” AKP’nin, iktidara gelmek için üzerinden politika yaptığı en temel argümanlardan biri oldu. Bu dönemde Kemalizm’in “klasik” savunucuları tarafından üniversitelerde türban sıkı bir şekilde yasaklanır ve “ikna odaları” vb. uygulamalarla faşizmin en steril halleri sergilenirken, türbanlı öğrenciler de giderek büyüyen eylemler yapmaktaydı.

Yeni Kemalist AKP’yi hükümete taşıyan en önemli konu olarak türbana ilişkin eylemler, yasak ortadan kalkmamış olmakla birlikte AKP’nin 2002 seçimlerinden birinci parti olarak çıkmasından sonra bıçak gibi kesilmiş oldu. Elbette AKP’nin temsil ettiği egemen sınıf kliklerinin, diğer kliğe karşı sağladığı üstünlük oranında fiili olarak birçok noktada türban yasağı kırılmış olsa da, tek başına iki hükümet kuran AKP, bu yasaklara dokunmayarak toplumu bu gerilim üzerinden örgütlemeye, kutuplaştırmaya ve yaratılan bu ortamdan nemalanmaya devam etti. AKP’nin nemalanma biçimleri de oldukça zengin bir skalada yaşanıyor(du). Bir yandan ne zaman başı sıkışsa kullanabileceği ve cebinden istediği zaman çıkartabileceği bir karta sahip olurken; diğer yandan kendisine oy veren kitleyi her daim dinamik tutmasına yardımcı oluyor ve bu kesimler dışındaki halk kitlelerine yönelik “tehdit” algısını süreklileştirerek korku duvarlarının her gün daha da kalınlaşmasını sağlıyordu. Tüm bunları, aynı cümlelerle egemen sınıfların diğer kliği için de söylemek mümkün elbette. Onlar da, “Tehlikenin farkında mısınız?” sloganlarıyla kitleleri harekete geçirmeye çalışırken, şeriat geliyor umacısı ile korkuyu kendi lehlerine kullanmaya çalışıyor ve iktidarı kolay kolay kaybetmeyeceğini gösteriyordu.

 

Can simidi olarak TÜRBAN

Egemenler ne zaman köşeye sıkışsa, kitleleri her zamankinden daha fazla ne zaman manipüle etme ihtiyacı duysa ellerinin altında bir araçları olsun isterler. Bu araç, özellikle de kitleleri bölüp parçalıyorsa, suni gündemler üzerinden kutuplaştırıyor ve iktidara sahip olmak ya da korumakta kitleleri seferber edebiliyorsa daha bir makbuldür.

Nitekim, örneğin türban tartışmalarının en hararetli geçtiği dönemlere baktığımızda, bu gerçekliği ve türbanın nelerin üzerini örttüğünü açıklıkla fark edebiliriz. 2008 yılında ABD’de mortgage kriziyle başlayan küresel çaptaki ekonomik krizin ayak sesleri iyice yakınımıza gelmişken, işten atmalar, işsizlik, ücretleri düşürme, zam vb. şekillerle emekçi kitlelere krizin sonuçları fatura edilme hazırlıkları yapılırken, birden kendimizi üniversitelerdeki türban krizini tartışıyorken bulduk. (Tabii, türban krizi, gerçek krizlerinin üzerini örtmeye yarasa da sonucu değiştirmiyor; ekonomik kriz, halkın yaşamında büyük yaralar açmaya devam ediyordu.) Bunun yanı sıra, bu tartışmalar 22 Temmuz 2007 seçimlerinde önemli bir başarı sağlayan AKP’nin özellikle de T. Kürdistanı’na yönelik din olgusunu kullanarak atak yapmasının da vesilesiydi.

Yine 2010’a gelindiğinde bu tartışma, egemenler için Aralık 2009’da başlayan ve 2010’a damgasını vuran TEKEL işçilerinin Ankara direnişinin üzerini örtme işlevini görmek üzere yine ısıtılıp gündemlerimize girmişti.

Ve AKP’yi şaşkına çeviren, çaresiz bırakan Gezi İsyanı süreci boyunca kitlelerin sokaklara taşınması, tüm saldırılara karşın geri çekilmeyişi ve bugün de o potansiyelin önemli oranda taşınıyor oluşu acilen yeni hamleler yapmayı gerektirmektedir.

Ekim ayının başında Bakanlar Kurulu kararıyla meclis yönetmeliğinin personelin kılık ve kıyafete uyacakları hususları düzenleyen 5. maddesinin “kadınlar” ile ilgili fıkrasında değişiklik yapıldı. Fıkradan “Elbise, pantolon, etek temiz, düzgün, ütülü ve sade, ayakkabılar ve/veya çizmeler sade ve normal topuklu, boyalı, görev mahallinde baş daima açık, saçlar düzgün taranmış veya toplanmış, tırnaklar normal kesilmiş olur” cümlesi çıkarıldı. Böylece mecliste milletvekillerinin türban vb. başını örtmesinin de önü açılmış oldu. Hacdan dönen 4 kadın milletvekilinin türbanlarını çıkartmayacağını açıklamalarının ardından da meclise gelecekleri 31 Ekim günü sabırsızlıkla beklenmeye başlandı. AKP, BDP ve MHP kadın vekillerin türbanla görevini yapmasını onaylarken, cılız bir ses halinde CHP tek başına kalarak karşı çıktı, ama provokasyona gelmeme adına da çok ses etmedi. İçlerindeki hem ulusalcıları susturmak için karşı çıkıyormuş gibi görünerek, diğer yandan toplumun konuya bakış açısını da pragmatist ustalıkla kullanmak adına ne muhalefet ettiği belli oldu ne de onayladığı. Şafek Pavey gibi, her kesime hitap edebilecek “bağımsızlıktaki” bir milletvekilini öne sürerek ne şişi ne de kebabı yakmış oldu. (CHP’nin en akıllıca hamlesinin, Pavey’in bizzat kendisi olduğu söylenebilir.)

Sonuç olarak bir kriz daha atlatılmış gibi görünse de; meselenin tamamen konjonktürle ve iktidarın iplerinin kimin elinde olduğuyla direkt ilgili olduğu unutulmamalıdır. 1999 yılında meclise türbanıyla gelen Refah Partisi’nin İstanbul milletvekili Merve Kavakçı’nın apar topar meclis dışında bırakılmasıyla benzer bir süreç yaşanmamışsa da, türban tartışmasının daha çok su kaldıracağı kesindir.

 

Kime-neye özgürlük?

Öncelikle belirtmek gerekir ki; AKP’nin türban üzerinden yaptığı kadınlara özgürlük propagandasının hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur. Nasıl olsun ki? Birincisi, kullanılan argümanlarda bile açıkça ortaya çıktığı gibi, mesele kadının özgürlüğü değil, türbanın-başörtüsünün özgürlüğüdür. Kadını aile içinde tanımlayarak ailenin bütünlüğüne yönelik geliştirilen politikaların kadınları özgürleştirmesi nasıl mümkün değilse, başına örttüğü örtüye verilecek hiçbir özgürlük de, kadın hakları açısından bir gelişme olarak kabul edilemez. Bu nedenle mesele kadının kıyafet özgürlüğü değil, olsa olsa din ve vicdan özgürlüğü kapsamında değerlendirilebilir. Ancak her durumda da, egemen sınıflar açısından ikiyüzlü yaklaşımdan kurtulmak mümkün değildir.

Kadınlarla erkeklerin eşit olmadığını açıktan dillendiren bir başbakanın hükümeti için, kürtaj ve sezaryen ile doğum yasaklanır, kadınla ilgili bakanlığın ismi “Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı” olarak değiştirilirken, kadına yönelik şiddet her geçen gün artar ve katiller aramıza geri salınırken, 4+4+4 sistemiyle çocuk gelinlerin önünü açar ve 3-5 çocuk söylemleriyle kadının bedenine direkt müdahaleler gerçekleştirilirken ve tüm bunların yanında kadın emeği giderek daha da değersizleştirilirken AKP’nin kadınların özgürlüğünden bahsetmesi aymazlık değil de nedir? Diğer taraftan, Ruhban okullarının durumundan Alevilerin cemevlerine kadar din ve vicdan özgürlüğünde yapısal sorunlar mevcut ve halihazırda Diyanet İşleri Başkanlığı gibi bir kurum varken, “iktidarın dini”nin gereklerine yönelik yasak kaldırmaların özgürlük olarak değerlendirilmesi de mümkün değildir. Mesele din ve vicdan özgürlüğüyse, öncelikle okullardan zorunlu din dersi uygulamasının kaldırılması, Sünni Müslümanlık dışındaki din ve mezheplerin bir statüye kavuşması vb. adımların atılması gerekmez mi?

Sonuç olarak;

İnsanların hem giyim kuşamları üzerindeki tüm baskıların hem de dini gerekleri yerine getirmenin önündeki engellerin kaldırılması, özgürlüklerin genişletilmesi vs. tarafımızdan elbette savunulur.

Ancak türban meselesini burjuva-feodal sistemin koşulladığı biçimiyle ne (türbanlı ya da türbansız) kadının özgürleşmesi ne de din-vicdan özgürlüğü olarak tartışırız. Bu durumda, emekçi kitleleri kutuplaştırmayı hedefleyen bu politikaların iki tarafını da teşhir etmek ve gerçek bir kurtuluş projesi olan sosyalizmin propagandasını yapmak temel görevimiz olmalıdır. Sömürücü, ataerkil sistemin, kirli siyasetinin kadın bedeni üzerinden yürütülmesi ise en esaslı kırmızı-çizgimiz olmalıdır.

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu